Ben küçükken, herkesin küçük dili farklı şekilde olur zannediyordum. Çünkü benim küçük dilim kalp şeklindeydi. Sonradan öğrendim ki, benim ters asılı kalp şeklindeki dilim, çatal dil olarak geçiyormuş literatürde, çok Harry Potter vari. Neyse efendim, benim dilim kalp şeklindeydi, abimin, babamın, annemin değildi, diğerlerinin küçük dillerinin şeklini bilmiyordum ama farklı olduklarından emindim. Belki iskambil kağıtlarındaki şekiller gibi, dört tür vardır diyordum, sinek şeklinde küçük dil çok zor olur diye düşünüyordum. İlkokuldayekn gittiğimiz kulak burun boğaz doktorum pek şahane Hilmi Körbeyli, bu küçük dil olayının, yarım damak olayının en hafif atlatılmış hali olduğunu ve akraba evliliğiyle ilgisi olabileceğini söylemişti. Annesi ve babası Türkiye'nin iki ucundan gelen bir insan olmama rağmen yayam ve dedem akraba evliliği yapmışlardı, ve bu durum bana kalp şeklinde bir küçük dil olarak miras kalmıştı. Çok masallardan çıkma geliyordu bana o zamanlar bu durum.

Neyse efendim, az önceki postu yazarken aklıma takıldı. Aslında küçük dilim hakkında pek bir şey bilmiyordum. Üşenmedim, sizler için araştırdım:

Literatürdeki adı, bifid uvula olan bu durum medyal nasal ve maksilari süreçler (pek bir şey anlamadım ben şahsen) arasındaki füzyonun tam olarak tamamlanmamasından kaynaklanıyormuş. Bifid uvula'da normalinde olduğundan daha az kas oluyormuş bu durum kendisininin burun kanalını kapatma gücünü azaltıyormuş. Bu nedenle bifid uvulası olanlarda orta kulak iltihabı çok sık görülüyormuş.

Acayip değil mi? İnsan her gün kendisi hakkında bir şey öğreniyor.

Geçenlerde televizyon seyrederken aklıma geldi, sonra dün akşam arkaikim ve mel. ile paylaştım, mesele şu:

Televizyonda, sinemada bir şeyler seyrederken oyuncuların pek çok özelliğini öğreniyoruz değil mi? Küçük dillerinin şeklinden (herkesin küçük dili aynı olur demeyin, benimki farklı), popolarının en ince kıvrımlarına kadar biliyoruz. Hayat hikayelerine ulaşmak, haklarında en yakası açılmadık bilgilere ulaşmak da bir kaç tıka bakıyor. Ama biz bu insanlar nasıl kokuyor, bilemiyoruz ve ben nasıl kokuyorlar inanılmaz derecede merak ediyorum. İlk merak etmeye başlamam aşağıdaki arkadaş nedeniyle oldu.

İlk Alacakaranlık filminin ardından dedikodular, Edward Cullen'ı oynayan Robert Pattison'dan rol arkadaşlarının çok şikayetçi olduklarını söylüyordu. Söylentilere göre Robert bey yıkanmıyor, saçını başını yıkamıyor, bu nedenle de feci kokuyormuş. Ne kadar doğru ne kadar yanlış, bilemem ama bu dedikodular benim kafamda soru işaretleri uyandırmaya yetti. Böyle karizmatik ve şukela birinin -artık çok emin değilim, edward cullen cazibesiydi sanırım.- kötü kokma ihtimali aklıma bile gelmemişti. Ben otomatik olarak televizyonda gördüğümüz ve görünümü kötü koku hissi verenler dışında -evsizler, cesetler- herkesin güzel koktuğunu düşünüyordum. Sanırım biraz iş ahlakı nedeniyle aklımda böyle bir fikir vardı, insanlarla çalışıyorlar, temiz kokuyorlardır gibi bir düşünce sanırım. Sonra düşündüm ki, böyle bile olsa durum, hepsi temiz koksalar bile nasıl kokuyorlar bilmiyorum. Parfümlerinin adını bilsem bile, bilemem, ten kokusu+parfüm bambaşka bir şey zira.

İşte merak ediyorum, nasıl kokuyor bütün bu insanlar?

Dün benim için oldukça önemli bir gündü zira Steve ile 4 ay süre bir ders maratonunu tamamlamayı başardık. Dersler sırasında ben de kendisinden pek çok şey öğrendim - bkz. spirulina- ama benim için en önemli katkısı, bana poilerimi hatırlatmak oldu.

Yanılmıyorsam Mafizimle gittiğimiz ilk Rock'n Coke'ta bir standan almıştık poilerimi. Önce tüllü janjanlı versiyonlarını almıştık ama daha iki çevirmede paralanınca gidip onları değiştirmiştik. İşte o günkü o bir-iki çevirmeden sonra poiler bir kenara atıldılar ve orada unutuldular. Geçen sene bir ara Esra poi kursuna giderken tekrar aklıma geldiler ama kurs perşembe akşamlarıydı, benim ders akşamlarımdı gidemedim, kaldı.

İşte geçtiğimiz haftalarda bir egzersiz sırasında, okulda öğle tatillerinde ya da boş vakitlerimde çok daraldığımda ne yapabilirim beyin fırtınası yapıyorduk ve bir anda aydınlandım! Hiç bir şeyi kırıp dökme korkum olmadan rahat rahat poilerimi oradan oraya sallayabilirdim! İşte bu nedenle bugün "poi nedir, yenir mi?" konulu araştırmama başladım ve tabi, ben merak edince siz de etmiş sayıldınız.

Yeni Zelanda'da yaşayan Maorilerin geleneksel ve kadim bir dansının baş aktörü olan Poi, Maori dilinde ipin ucundaki top anlamına geliyormuş. Maori halkı poileri kollarının esnekliğini ve gücünü artırmak ve koordinasyon kazanmak amacıyla kullanıyormuş. Yeni Zelanda'dan Avustralya'ya,oradan İngiltere ve dünyaya yayılan poi, meditasyon, terapi, eğlence ve performans gibi pek çok amaçla kullanılıyor. Yukarıdaki resimde gördüğünüz ateş poisi gibi karizmatik, ledlerde ışıldaması sağlanan ışıklı poiler gibi teknolojik ya da benimki gibi tenis toplarından oluşan patetik versiyonlarını bulmanız mümkün.

Poi hakkında daha fazla bilgi edinmek isterseniz şu adreslerden yararlanabilirsiniz:
www.homeofpoi.com
www.poiart.com (bu süper bir site, ücretsiz poi etkinlikleri duyurular vs. yer alıyor)
www.playpoi.com

Bundan seneler önce -yaklaşık 9-10 sene kadar önce- havada uçuşan bir takım fransızca kelimeler ve galonla içilen filtre kahveler arasında bir arkadaşım, bana bir hayalini anlattı. Koskoca bir sosyolog olan bu kendini bilmez kişi, hayatını oyun oynayarak geçirmek istiyordu. Oyun oynamayı o kadar seviyordu ki, uyuduğu, yemek yediği, trafikte kaldığı zamanlarda bile oyun oynamış sayılmak için, başkalarının oyunlarından kendi hanesine skor yazmak için bir oyun yaratmak istiyordu -onlar oynayınca, biz de oynamış sayıldık-.
Bu tuhaf ve kendini bilmez insan kendi gibi tuhaf ve kendini bilmez başka insanlar da bulmayı başardı zaman içinde. Adına düş enstitüsü dedikleri bir oyun evi kurdular. Kocaman kocaman adamlara, çocukluklarını hatırlatıp, oyunlar oynattılar. Ama işte bu tuhaf, haddini ve kendini bilmez insanlara bu da yetmedi. Çünkü hala trafikte, yemek yerken, banyo yaparken ya da arkadaşlarla sohbet ederken oyun oynuyor sayılmıyorlardı, illa da o oyunu yapmaları gerekiyordu bunun için. Sonunda hep birlikte yola çıkmaya karar verdiler. Dere tepe düz gittiler, bir arpa boyu yol gittiler. Bir dudağı yerde, bir dudağı gökte canavarlarla savaştılar, ama sonunda başardılar!!!

Bu duygusal girişten sonra hemen sadede geliyorum: KÖŞE BUCAK ÇIKTI!!! Benim için yıllar süre bir bekleyiş sona erdi.Köşe bucağı uzun zamandır bekliyordum ben. Üstelik hiç hoşlanmadığım bir ritüel de sona eriyor. Her d&r'a girişimde içimde küf kokmuş bir duyguyla gidip masa oyunlarına bakıyor, yeni bir şey olmadığını görüp üfleyerek ve üzgün kitap raflarında avunmaya gidiyordum. Sonunda yeni bir oyun oynayacağız ailecek, üstelik bu oyun da pek bir tane arkaik'imin elleriyle yaptığı bir oyun olacak.

Ben bu yılbaşı herkese köşe bucak almayı düşünüyorum. Size de tavsiye ederim. Oyunla ilgili her tür bilgiye http://www.kosebucakoyun.com adresinden ulaşabilirsiniz. Saygılar sunuyorum efendim.

Efendim, dün akşamki postumda Japonya tarihi ile ilgili bir kitap aldığımdan bahsetmiştim. Dün akşam Mafizim içeride çalışırken ben de sevgili kitabımla biraz hoş beş edeyim dedim. Henüz iki bölüm okudum ama işte sizlerle paylaşmak istediğim bilgiler:

1. Japonlar kendilerine Nippon ya Nihon diyorlar. Bu isim Çin karakterleri ri-ben'den geliyormuş ve kabaca "doğan güneşin ülkesi" olarak tercüme edilebilirmiş. Marko Polo 13. yy'da Çin'deyken denizin ötesinde yer alan ve gitmediği bir ülkeden bu şekilde bahsedildiğini duyuyor ve bu ismi Chipango ya da Zipango olarak çeviriyor. Zaman içinde bu kelimeler Japan -Japonya, bizimki daha iyi sanki- haline geliyor.

2. Japon tarihi altı döneme ayrılıyor. Bu dönemler politik gücün coğrafi merkezlerine -haritada bahsi geçen merkezleri görebilirsiniz- ya da imparatorluk adına karar alma süreçlerinde etkili olan ailelere göre isimlerini alıyorlar.


3.Japonların köklerine indiğimizde Ainu'lar var. Bir zamanlar Japonya'ya dağılmış olan Ainul'lardan geriye şimdi Hokkaido bölgesinde yaşayan 15.000 kadarı kalmış. Ainular,daha açık tenliler, daha yuvarlak kimi zaman mavi gözleri ve daha kıllılar. Zamanla anakaradan gelen göçlerle kuzeye itiliyorlar ya da diğer halklarla kaynaşıp bugünün homojen Japon ırkının oluşması için gen havuzuna genlerini bırakıyorlar. Kitaba göre Japon erkeklerinin diğer uzak doğu erkeklerine göre daha kıllı olmalarının sebebi Ainu genleri.
Geçen hafta pazartesi uzun bir aradan sonra kitap alışverişi yaptım. Ntv Yayınlarının güzide kitaplarına daldım. Bakınız neler almışım:

1. Mitoloji: Başvuru kitapları serisinden. Kadim Yakındoğu mitolojisi, Mısır mitolojisi, Yunan mitolojisi, Roma mitolojisi, Viking Mitolojisi, Kelt mitolojisi, Hint mitolojisi, Çin mitolojisi,Japon mitolojisi, Amerikan mitolojisi, Afrija mitolojisi ve Avustralya ve Okyanusya mitolojileri anlatılıyor. 480 sayfalık kitapta bol miktarda görsel de yer alıyor. Derinlemesine araştırma için değil de, genel bir bilgi için iyi bir kitap görünümünde.

2. Sayıların İcadından Sicim Teorisine Bilimin 4000 Yıllık Resimli Serüveni: Özet tadındaki başlığı kitabın içeriğini anlatıyor aslında. Şimdilik şöyle bir göz attım, yanlardaki özet kutuları oldukça işlevsel görünüyor. Elbette 4000 yılı bir kitaba sığdırmak o kadar kolay değil, yine genel bir fikir sahibi olmak için iyi bir kaynak sanırım.

3. Hayat Kitabı:Kitabın alt başlığı "Zamanımızın Büyük Bilimcileriyle Söyleşiler". Tartışılan konular arasında "Kişisel bilinç evrim tarihinde nerede ve ne zaman ortaya çıktı?", "İnsanoğlunun seçilim nedeni bir tür şizofreni geni olabilir mi?", "Evren gerçekten var mı" gibi leziz şeyler var. Okuyup göreceğiz bakalım.

4. Gelecek 50 Yıl: Kitabın arka yüzüne göre "Amerika'nın en önemli popüler bilim yazarlarından John Brockman, Gelecek 50 Yıl'da, alanlarında önde gelen 25 bilimciyi biraraya getirerek bilimin geleceğini tartışmaya açıyor. Amaç, en son bilimsel araştırmaları geniş bir okur kitlesi açısından da anlaşılır kılmak." John Brockman geçen hafta bahsettiğim edge.org'un yaratıcısı. Bu kitapta zaten sitede tartışamaya açılan konulardan birine verilen yanıtlardan oluşuyor.

5. İyimser Gelecek:153 düşünür dünyanın neden iyiye gideceğini yazıyor. Yine bir edge.org marifeti olan kitap, 153 bilimcinin "Hangi konuda iyimsersiniz? Neden?" sorularına verdikleri cevapları içeriyor.

6. Kanıtı Olmayan Gerçekler: Bir edge.org marifeti daha. Kitabın arka yüzünde "Dünyanın önde gelen düşünürleri, somut kanıtları olmamasına rağmen hangi şeylere neden inandıklarını yazdı" yazısı yer alıyor. Bu kitap benim için önemli, çünkü onun sayesinde edge.org'dan haberdar oldum ve kitap alma ihtiyacımın tepelere çıkmasına neden oldu. Bu yüzden ilk onu okuyacağım.

Kitaplar hayatımda çok önemli bir yere sahipler, dolayısıyla kütüphaneler benim kişisel mabetlerim. Geçtiğimiz hafta çarşamba günü, uzun bir aradan sonra okulun kütüphanesinde zaman geçirme şansım oldu. Bir arada duran binlerce kitabın kokusu, onlara dokunma ve kapaklarını açık koklama, sayfalarını sevme özgürlüğü başımı döndürdü. Saatlerce rafların arasında vakit geçirip sonunda biri Japon tarihi, biri otobiyografik hafıza, biri de zihin felsefesi üzerine üç kitap alıp, kalbimi arkada bırakarak kütüphaneden ayrıldım. Şu anda hala kitap rafları arasındaki karanlık koridorlarda dolaşmanın bünyemde yarattığı tatlı hazzı duyabiliyorum.

Haz, kitap, kütüphane deyince aklıma geçen seneki Boston-Northampton seyahatimde gezdiğim ve aklıma kazınan muhteşem kitapçılar geldi. Her biri nevi şahsına münhasır ve karakterli bu kitapçılar Amerika gezimin en önemli duraklarıydı.


İlk gittiğimiz kitapçı Amherst'ün bir kaç km kuzeyinde yer alan Bookmill idi. 1832'de değirmen olarak yapılan ve 1987'de kitapçıya dönüştürülen mekan gerçekten görülmemiş bir atmosfere ve leziz ikinci el kitaplara sahip. Orada geçirdiğim saatlerden bana tatlı hatıralar, ikinci el leziz bir hafıza kitabı ve başlıkta yazan kitapçının sloganını taşıyan bir etiket oldu - ki hala kendisini yapıştırmaya layık bir yer bulamadım.


İkinci gittiğim kitapçı, Northampton'da Bengimin evine çok yakın, ikinci el kitaplar satan Raven'dı. Bizim sahaflara pek benzeyen, Murakami Haruhi kitaplarını alınabilir fiyatlara satan bu kitapçı en çok para döktüğüm yer oldu. Ama üzerinde yukarıdaki desen olan ve içi Murakami kitaplarıyla dolu çantam her tür bedeli ödemeye değerdi.

Son kitapçı ise Harvard Square'in göbeğinde yer alan ve tasarımıyla kendimi Hogwarts'ta zannetmeme neden olan Harvard Book Store oldu. Buradan ne yazık ki hiç alışveriş yapamadım, ama gigapedia'dan yüklemek üzere bir sürü kitap ismi yazdım sevgili emektar defterime. Bir de pek sevgili hocamın söylediğine göre burada dünyalar şahanesi bir chocolate chip cookie satılıyormuş, onu da yiyemedim. Ama olsun, anıları sonsuza kadar benimle.

İşte böyle sayın okur, ben hayatım kütüphanelerde geçsin istiyorum aslında. Evimde elimi attığım her yerden kitaplar fışkırsın, eski kitapların arasında bulduğum gizemli kağıtlar beni inanılmaz maceralara, başka boyutlara götürsün istiyorum. Yanlış meslek mi seçtim acaba, kütüphanecilik mi okumalıydım yoksa?

Evet, geçen hafta izlemeye başladığım xxxHolic'in 24 bölümden oluşan ilk sezonunu cumartesi sabahı itibariyle bitirdim. Spoiler vermeden bir takım izlenimlerimi paylaşma ihtiyacı içerisindeyim.

Şimdi daha önceki ilgili postumda da belirttiğim üzere, gerçekten feci karizmatik bir abla var seride. Karizmatik olduğu kadar derin konuşmalar yapan, seksi giyinen bu hatun kişi aynı zamanda sıkı bir alkol sever - bütün bu özellikler kendisine olan sevgimin artmasını sağladı. Bu arada derin konuşmalar derken gerçekten derin konuşmalardan bahsediyorum, özgür iradeden tutun da, kelimeler ve güçlerine kadar her bölümde ayrı bir konuda kafa karıştırabiliyor kendisi.

hazır başlamışken karakterlerden gitmekte fayda var bence. Dizinin en büyük eksiğinden bahsetmek istiyorum. Karizmatik erkek yok arkadaş! Dizinin yegane erkekleri yukarıda boy gösteren gözlüklü watanuki ve suratsız doumeki. Bu iki arkadaş da karizmatik olabilirler, öyle yaratılabilirlermiş ama belli ki yazarların canı istememiş. Watanuki abidik gubudik tepkiler veren ve zaman zaman şapşallığın doruklarında dolaşan bir arkadaşımız. Doumeki ise donuk, tepkisiz, hesapta bütün kızların hasta olduğu ama benim hasta olunacak tek bir özelliğini göremediğim bir karakter. Bebim için doumeki'nin tek hoş yanı, Watanuki arada kendisine tedirgince seslenmek için adının ilk hecesini "Doum...Doumeki" şeklinde tekrarladığın da bana Hana Yori Dango'un Domyouji'sini oradan da Matsumoto jun'u hatırlatması.

Tatlı şey seni. Ehem neyse, seriyle ilgili görüşlerime dönersek, biraz da olay örgüsünden söz etmem gerek sanırım. Her bölüm kendi içinde bir iki hikaye anlatıyor. Arkası yarın tadında yalnızca iki kere iki dört bölüm vardı. Bu benim için iyi bir şey aslında. Çünkü seriyi benim için arada izlenebilir bir hale getiriyor. Bir sonraki bölümde ne olacağını görmek için durmaksızın izleyerek sömürmüyorum kendisini. Arkada inceden ilerleyen bir hikaye var, seziyorsunuz ama birinci sezon itibariyle ben ne o hikayenin tam olarak ne olduğuna ne de Himawari'ni numarısının ne olduğuna parmak basabilmiş değilim. Himawari hanım kızımız, Watanuki'nin hasta olduğu, pek bir hoşlandığı okul arkadaşı. Bu hanım kızımızda bir takım bir şeyler dönmekte, bunun ipuçları da verilmekte ama ne olduğuna dair en ufak bir açıklama getirilmemekte.

Bunun dışındaki bir görüşüm seride bazı boşluklar olduğu yönündeydi ki, dün sabah biraz araştırınca nedenini anladım. Meğerse bu seri bir manga uyarlamasıymış ve her manga uyarlamasında olduğu gibi aslında bir takım şeyler kuşa çevrilmekteymiş. Bu durum beni çok zor bir tercihle karşı karşıya bırakıyor şu an. Mangalardan uyarlanan animeleri seyretmeden önce prensip olarak mangayı okuyan bir insan olarak, animeyi seyretmeye devam mı edeceğim, yoksa durup mangayı mı okuyacağım. Bu zor bir karar çünkü manga şu an 209. sayısında ve halen devam etmekte. Çok kararsızım, çok!

Liste yapmayı çok seviyorum evet. Seviyorum elimde değil (çoooook, seviyorum ah nedeeeennnn). Bu akşam pek sevgili dilenk bizdeydi ve hep beraber monopoly deal oynuyorduk. Tatilde mafizimle manyaklar gibi durmadan oynadığımız bu oyunu İstanbul ahalisine yayma çalışmalarımız bünyesinde gerçekleştirdiğimiz gecede elbette bir takım zararlı abur cuburlarda bulunuyordu. Ağzımdaki katır kutur seslerin arasında kendi düşüncelerimi de bir şekilde duymayı başardım ve işte buyrun:

Abidik alışkanlıklar listesi:
1. Kahve-kaşık sorunsalı: Biraz takıntı, biraz batıl inanç bir durum. İçinde kaşık olmazsa kupadan bir şey içemiyorum. Özellikle de kahve de çok zorlanıyorum. Tadı güzel olmuyormuş gibi geliyor. Eksik ve tuhaf hissediyorum.

2.Soda-abur cubur sorunsalı: Cips, çekirdek, fıstık vs. yerken yanında ya da sonrasında soda içmezsem huzursuz oluyorum, içersem de vicdanım oldukça rahat oluyor. Soda asitli ya, sanki sodanın asidi bu tarz yiyeceklerin gereksiz kalorilerini eritecekmiş gibi bir inanca sahibim. Cipsi yersin, sodayı içersin, kaloriler erir, kilo almazsın. Oldu canım!

3. Nazar kombosu: Nazar konusunda takıntılı bir insanım evet. Bu yüzden nazar olasılığı olan durumlarda nazar kombosu yapıyorum. Önce bir kulağımı müççük diye çekip tahtaya vuruyorum. Sonra diğerini müççükleyip dişimi vuruyorum. Daha sonra dilimi ısırıyorum. Eskiden son olarak iki elimde sırayla popomu kaşırayak "Gözü g.t.me" de diyordum -aile büyüklerinden pek sevgili Eva yengenin bir öğretisi-. Bu son kısmı iki üç kere popo üstü yere yapıştıktan sonra bıraktım. Neme lazım.

4. Peynir: Her yemeğin yanında peynir yiyorum. Sofrada peynir olmadığı zaman huysuz ve huzursuz olup pislik çıkartıyorum, su samurlaşıyorum.

5. Otobüste yer bulmaca: Dolu görünen otobüslerde yer bulduğum zaman kafamı yukarı kaldırıp kozmik güçlere teşekkür ediyorum. Unutursam bir daha ki otobüs yolculuğunda yer bulamayacağımdan korkuyorum.

6. Palyaço: Bir günden fazla kalacağım yerlere gittiğim zaman mutlaka yanımda minik bir palyaço götürüyorum, onu da başucuma konduruveriyorum. Yoksa uyuyamıyorum, altın kafese koyuyorlar, ah vatanım diyorum.

Evet, yarın sabah işte kahvenizi içerken eğlenin diye gene yemedim yedirdim, giymedim giydirdim, uyumadım uydurdum. Esen kalın.

Biri gelip "O kadar anime seyrediyorsun, manga okuyorsun, bunlar gerçek hayatta ne işine yarayacak?" diye sorsa verecek bir cevabım var artık! Anime izleyip manga okuyarak gerekli gereksiz bir sürü şey öğrendim doğru, ama bu kadar pratik ve uygulanabilir bir bilgiye daha önce ulaşmamış olabilirim.

Aydınlanmam bu sabah gerçekleşti. Saat 7.35 sularında banyo aynasında uzatmaya çalıştığım kahküllerimi nasıl zapt altına alacağımı bulmaya çalışıyordum. İnce siyah tokalar saçımdan kayıp durdukları için bünyemde o saatte olmaması gereken bir sinir mevcuttu. Birden aklıma pazar günü izlediğim bir animedeki bir sahne geldi. İşte o anda hayatın bir daha eskisi gibi olmayacağını anladım. Pazar günü izlediğimde "Nedir bu anime kızlarının çapraz toka takma olayı yahu?" diye düşünmeme neden olan sahne gözümün önünde dalgalanıyordu. Saçıma ilk siyah tokayı taktıktan sonra heyecandan hafif hafif titreyen ellerimle ikinci tokaya uzandım ve onu da diğerinin üzerine çaprazlama gelecek şekilde saçıma taktım. Tokalar bölümün sonuna geçmem için açılması gereken kapının şifresini çözmüşcesine için için ışıldamaya başladılar. Ben yüzümde giderek büyüyen bir gülümsemeyle aynada çapraz tokalarıma bakakaldım.

Japonlar yapmış mirim, japonlar yapmış.
Sıra biz de Taylan anlamıyor musun bunuuuuuhuhuuuu

Konak diye bir Türk korku filmi var televizyonda. Şöyle söyliyeyim, o kadar korkunç değil ki, ben bile arada bakıyorum, ne olup bitiyor diye. Ben bile deyince bir kısmınıza anlamlı gelmemiştir belki. Hemen buyrun buradan yakın:

En saçma korku filmi maceralarım
1. Final Destination: Evde misafir olan bir günde televizyonda verdiler. Salonda bulunmam gerekiyordu ve ister istemez seyretmek zorunda kaldım. O kadar korktum gece uyuyamadım ve babamla annemin yanına gittim, babamın yanına kıvrılıp yattım. 22 yaşındaydım.

2. The Others: Karlı bir akşam vakti 3 kız sinemada seyrettik. Eve döndüğümüzde kapıda bekleyen bir adam var sandım, sonra gündüz oynadığımız kar topu oyunu sonucu girişte kurumaya bıraktığımız palto, bot, bere yığını olduğunu anladım. Sabah kalktığımda üç adet uçuğum vardı.

3. The Identity: John Cusack'ın oynadığı bu nadide filme, romantik komedi olduğu söylendiği ve kandırıldığım için gittim. Filmin taş çatlasın 15 dakikasını gözlerim açık geçirdim. Allahtan, Emine ablamla aynı odada yatıyorduk da gece bir iki saat uyuyabildim. Sabah kalktığım altta iki, üstte iki dört uçuk sahibiydim.

Gördüğünüz gibi kısa bir liste, sebebini açıklamama gerek yok sanırım.
Kırmızı balık gölde
Kıvrıla kıvrıla yüzüyor
Balıkçı Hasan geliyor
Oltasını atıyor

Kırmızı balık dinle
Sakın yemin yeme
Balıkçı seni tutacak
Sepetine atacak

Kırmızı balık kaç, kaç!
Kırmızı balık kaç, kaç!

Korku filmi şarkısı olurmuş yahu bundan.
Günün bazı saatleri var ki insana çok başka hissettiriyor. Bir şeyler yeni bitmiş olduğu, yeni bir şeylere başlamak içinse yeterli zamanın olmadığı saatler bunlar. Mesela şu anda, benim için uzun bir iş günü bitmiş durumda. İki işimde de yapmam gerekenler bitti ve ben dükkanı kapatması için charlotte'un gelmesini bekliyorum. Ne zaman geleceğini tam olarak kestiremediğim için çantamdan hard diskimi çıkartıp anime seyredemiyorum.

Burada böyle tek başına olmak da bir garip. Genelde her odasında en az bir iki kişinin olduğu, öğrenci seslerinin yükseldiği ofisimiz şu anda benim klavye sesim dışında sessiz. Üç senedir çokça zaman geçirdiğim bu mekan başkalaşıyor ve farklı bir yere dönüşüyor sezdirmeden.

Küçükken hep merak ederdim, biz evde yokken ya da uyuyorken oyuncaklarım ve eşyalar canlanıp kendi havalarında takılıyorlar mı evde diye. Hayal güm pek genişti evet, ama o kadar değilmişki, ben büyüdükten yıllar sonra Oyuncak Hikayesi diye filmini yaptılar merakımın. Şimdi de merak ediyorum, bu ofisin bizden sonra bir hayatı var mı diye. Biz gidip ışıkları kapandıktan sonra biz gelene kadar sakin ve kasvetli bizi mi bekliyor, yoksa şu anda oturduğum sandalye ayaklanıp, "of be, sonunda gittiler" diye hırsla geriniyor mu. Sanırım bu ölümden sonraki hayatı merakı etmek gibi bir şey, ki onu da çok merak ediyorum. Var mı bir şeyler bu hayatın ötesinde, yoksa sonrası mutlak sessizlik mi diye.

Lisedeyken bir kitap okumuştum. O zamanki matematik öğretmenim vermişti. Can Yayınlarından çıkma bir kitaptı. Tekillik olabilir adı emin değilim. Tekillik diye bir kavramdan bahsediyordu, bundan eminim. Oradaki bir karakter, "Sizler ölümden sonra hayat olmamasından korkuyorsunuz, bense olmasından." diyordu. O kadar vurucu gelmişti ki bu cümle o zaman bana, üzerinden neredeyse 16-17 yıl geçmesine rağmen o an bütün renkleri ve hisleriyle aklımda.

Hayat ne tuhaf, vapurlar falan.
"Bilginin sınırlarını zorlamak istiyorsanız en karmaşık, en ilginç zihinleri bulun, hepsini bir odaya toplayın ve kendilerine sordukları soruları birbirlerine sordurun."

James Lee Byars ait bu sözler. Kendisini bu mükemmel fikrini hayata geçirmek için de uğraşmış ancak başarılı olamamış. Byars'ın bu düşüncesini hayata geçirmek yakın arkadaşı John Brockman'a kısmet olmuş, internet üzerinden, bizim de ulaşabileceğimiz şekilde hem de.

www.edge.org

Gidin bir bakın tuhaf tuhaf adamlar, garip garip sorular soruyorlar.
Dün gecenin sonunda pek şahane Burcu hazretleri beni animelere boğdu. Verdiği binlerce animeden ilk hangisine başlayacağıma karar veremediğim için bugün bir kısmının ilk bölümlerini izledim ve bu sadece kafamı daha da çok karıştırmaya yaradı. Fakat son izlediğim ilk bölüm bu kararsızlığıma bir son verdi. Sebebi ortada, şu karizmaya bakar mısınız?


Bekle beni xxxHolic, geliyorum!
Bir kaç gündür yazmıyorum ya, şimdi çenem düştü.

Dün Mafizimle çok şahane ve tadından yenmez bir akşam geçirdik. Yaklaşık iki yılın sonunda Burcu ve Batu'nun evlerine misafirliğee gittik. Yarısı boş blokların arasından Mashattan'ın ıssız yollarından geçerek önce Paris kokan bir binaya vardık ardından da Burcu'nun süferli gülümsemesiyle bizi beklediği evlerine girdik. Bize müthiş bir sofra hazırlamışlardı -makineden bilgisayara aktarmayı becerebilseydim, sizler de tanık olacaktınız sofranın muhteşemliğine- Çeşit çeşit suşi, sehpanın üzerine dizilmiş, acaba önce hangimizi yiyecek diye heyecanla bekleşiyordu. Onların bu heyecan dolu hezeyanlarının içinde ben de acaba aynı anda ağzıma en fazla kaç suşi tıkıştırabilirim diye düşünüyordum.

İnanmak çok zor olsa da, gecenin yıldızı suşiler değildi. Japonya seyahatlerinin pek sevgili ziyaretçisi bir şişe sake bizleri bekliyordu. Batu'nun wasabiyle soya sosunu karıştırma yönteminde uzmanlaştıktan sonra Burcu sakelerimizi servis etti ve ben ne yazık ki ağzım karides roll ile dolu olduğu için ilk kampai'mi "hampaimp"e benzer bir ses çıkartarak yapabildim. Ama yine de ilk yudumda dünyam değişti. Daha önce içtiğim hiç bir içkiye benzemeyen yumuşak ve akıcı bir tada sahipti sake. Beyaz şarabı andırıyordu biraz ama başka bir şeydi işte.

Üşenmedim sizler için araştırdım: Nedir bu sake?
Araştırmalarım sırasında öğrendiğim ilk şaşırtıcı bilgi Japonya'da sakenin her tür alkollü içki için kullanılan bir kelime olduğuydu.Bizim bildiğim anlamıyla sake için kullanılan kelime ise nihonshu imiş. Ben bu yazı boyunca kendisinden sake olarak bahsetmeye devam edeceğim.

Sake için japon rakısı, pirinç şarabı gibi farklı isimler kullanılıyor ama aslında bir şeye benzetmek gerekirse pirinç birası demek daha doğru olacak sanırım. Tadı benzediği için değil elbette, hem ham maddesi hem de fermantasyon süreçleri itibariyle.

Sakenin tarihi çok eskilere dayanıyor. İlk olarak 3. yüzyıla ait Çin metinlerinde Japonların alkol kullanımından bahsediliyor. 10. yüzyılda tapınak ve manastırlar sake üretmeye başlıyorlar ve yaklaşık 500 yıl kadar sake üretiminde dominant merkezler olarak başı çekiyorlar. Artık uzakdoğu'nun ve dünyanın pek çok ülkesinde sake üretiliyor ve üstelik üretimde eski ve geleneksel üretim yöntemlerine dönülüyor. Dünyanın geri kalanında sake tüketimi ve sakenin kalitesi artarken, japonya'da üretimde bir düşüş yaşanıyor. 1975'de 3225 sake üreticisi varken bu rakam 2007'de 1875'e düşmüş (teşekkürler wikipedia). Eminin Japonya'da sosyologlar bu konu üzerinde tonlarca makale yazmışlardır ama ben gene de buradan Japon gençlerine seslenmek istiyorum: Saçmalamayın arkadaşım! 私の友人はやめてくれ!

Sake mevsime ve kalitesine göre sıcak ya da soğuk servis edilebiliyor. Sıcak sake kış mevsiminde içiliyor ancak yüksek kaliteli sakeler tatları karışmasın diye soğuk servis edilmeye devam ediliyor. Sakenin içildiği geleneksel bıdıcık kaba choku, servis edildiği seramik şişeye ise tokkuri deniliyor. Sake içerken kendi bardağınızı kendiniz doldurmuyorsunuz, herkese bir başkası servis yapıyor.

Daha fazla bilgi için www.sake-world.com sitesini ziyaret edebilirsiniz. O kadar anlattın nereden bulup içeceğiz peki diyenleriniz varsa, www.sarapmarketi.com.tr adresi sake bölümü barındıyor. Kaliteleri hakkında bir bilgim yok ama fiyatlar 45-50 TL civarı. Ayrıca Japon Kültür Merkezi'nin altında yer alan Bunka'da özellikle leziz bir erik sakesi mevcut. Bazı Sushico'larda da var sanırsam.

Bu arada gecenin diğer iki yıldızı Kutman Sipahi Vişne Mistel Şarabı -küp vişne lezzetinde ama daha az likör, daha çok şarap kıvamında- ve ilk defa denediğimiz Muscat Reine des Vignes -gerçekten limon ve armut aroması başka bir şeymiş- burada anılmayı hak ediyorlar.

Netice itibariyle tadı damağımızda kalan bir gece oldu, üstelik izleyecek bir milyon bölüm de animem var.

Dr. Öz -Öz, Mehmet Öz- özellikle herkesin günde bir parça bitter çikolata yemesi gerektiğini söylediğinden beri sağlık konusundaki önerilerine güvendiğim ve uygulamaya çalıştığım bir tıp kişisi. Çikolatanın pek çok türünün, içinde olduğu pek çok ürünün hastasıyım ve benden orada bir yerlerde - the truth is out there!- milyonlarca var, biliyorum.

Bugün Habertürk'ün pazar ekinin son sayfasında Heja Bozyel'in bir çikolata haberi vardı. Haberin üst köşesinde ise bence paha biçilemez bir bilgi yer alıyordu: Çikolata haritası! Şöyle ki, çikolata haritasında giriyorsunuz, istediğiniz şehri seçiyorsunuz ve size o şehirdeki en iyi çikolatacıların listelerini çıkartıyor. Henüz İstanbul bu şehirlere dahil değil ancak, blogumun yurt dışında ikamet eden - Neslin sözüm özellikle sana- ve yurt dışını komşu kapısı bellemiş sevgili okurları yararlansın dedim, buraya yazıyorum: www.chocomap.com

E artık siz de gelirken bana bir lokma çikolata getirirsiniz.
Geçen hafta bulduğum her fırsatta bir dönem herkesin dilindeyken izlemediğim "Avatar - the last airbender"ı seyrettim. Benim canım animelerim kadar güzel değildi, özellikle de çizimler açısından. Ama bazı yerlerinde ağız dolusu güldüm, merak ettim, bir an önce sonuna gelmek, olayları çözmek istedim. Dövüş sahnelerindeki yaratıcılık, karakterlerin her birindeki kendilerine has tuhaflık ve serinin kendine has espri anlayışı hoşuma gitti çokça, ama en çok serinin sonundaki ikilemi, bu ikilemin çözülme şeklini ve bu sürecin hiç didaktik olmayışını sevdim.
Bütün serideki en favori karakterim ise burada arzı endam eden Mai idi. Son derece uyuz, gloomy, huysuz bir arkadaşımız olan Mai serinin çeşitli yerlerinde yüz ifadesinden neredeyse hiç ödün vermeden beni herbiri birbirinden hoş şaşkınlıklara gark etmeyi başardı. Kendisini saygıyla süzmeyi kendime borç bilirim.
Dünkü postumda düştüğümden bahsetmiştim. Düşerken önce bileğimi burktum sonra sağ dizimin üstüne düştüm. Önce dizim şişti, sonra bileğim azdı, netice itibariyle bugünü evde ayağımı tepelere uzatarak geçirmek durumunda kaldım. Kötü bir gün değildi elbette, üstelik bana tarihimdeki en korkunç düşüşlerini gözden geçirme şansı tanıdı:

1. Birinci sırada ortaokul hazırlık senesindeki düşüş serim var. Birden fazla düşüşten bahsediyorum evet, ama düşüşlerin her biri en fazla 4 gün arayla gerçekleştiği için, birlikte değerlendiriyorum. Önce düşüp sağ dizimi, sonra hemen arkasından sol dizimi paraladım. Sonra ikisi de kötü durumdayken evde banyoda ayağım kaydı ve ikisinin birden üstüne düştüm. Bunun üzerinden 2 gün geçmeden sokakta tekrar düştüm. Bu son düşüşün olduğu gün orta kulak iltihabı oldum. Bu sırada zaten bir kaç gündür dudağımla burnum arasında kalan bölge tamamen uçuğumsu yaralarla kaplanmıştı, burnum aktığı ama yaralar yüzünden silemediğim için, burun deliklerime selpak tıkıyordum. Üstelik o gün ortodontistimden tel takılmadan önce çekilmesi gereken son iki dişimi çektirdikten sonra dönerken düşmüştüm ve doğum günümdü.

2. Nişan sonrası düşüşüm. Bu da inanılmaz bomba bir hikaye. Yeni aldığım gözlükleri takmıştım. Derinlik algımı mı etkilediler bilmiyorum, markete girerken tökezledim ve marketin cam kapısından içeri uçarak girmekten son anda kurtuldum, ama sol el bileğim fena bir darbe aldı. Bir süre sallamadım ama sonra tarifsiz ağrılar nedeniyle doktora gitmeye karar verdim. Hastaneye gittiğimde annem, dedem ve teyzem hastahanenin farklı servislerinde farklı her biri de önemli konularda tedavi görüyorlardı. Telefondan Mafizimin bütün ailesinin İzmit'te bir aile büyüklerinin cenazesine giderken kaza geçirdiklerini öğrendim. Bu bilgiler ve duygular eşliğinde girdiğim mr cihazı ben içindeyken bozuldu ve yine ben içindeyken tamir edildi. Bilek kemiği tutan bağları paraladığımı ve bilek kemiklerimin sola doğru kaydığını öğrendim.

3. Düğün sonrası düşüşüm. Bu diğerleri kadar etrafı karanlık olaylarla çevrili bir düşüş değil ama etkileri en uzun sürelivolanı. Kuaförden çıkıyordum. Yağmur nedeniyle şemsiyelerden damlayan sulardan oluşan minik bir gölcüğe bastım ve kaydım. Sol dizim döndü ve sonra üzerine düştüm. Yerden kalkmaya çalıştım ama kayıp aynı dizimin üstüne tekrar düştüm. Yanımdan insanlar geçti ama kimse yardım etmedi. Dizimin yan bağlarını paralamışım. Dizim o kadar şişti ki, mr çekebilmek için, 1 ay şişin inmesini beklemek zorunda kaldılar. 2 ay 10 gün, minimum dış dünya temasıyla, evde yatmak zorunda kaldım. Bana bu düşüşün hediyesi yaklaşık 15 kilo ve hala ara ara beni yoklayan diz ağrıları.

4. Eşek şakası düşüşüm. Gerizekalı bir çocuğun oturmak üzere olduğum sandalyeyi çekmesi nedeniyle popomun üstüne düştüm. Bana yana kıvrık bir kuyruk sokumu kemiği olarak döndü.

5. Otopark düşüşüm. Ortada kar falan yokken otoparkın buz tutan yokuşunda popo üstü düştüm. Fiziksel hasar oluşturmadı evet, ama yaklaşık 60 kişinin önünde olduğu için psikolojik bir hasar oluşturdu.

Bu son düşüş listede yerini alacak mı, önümüzdeki günlerde göreceğiz.

Yok yok, nazar var, nazar!
Bu sabah kalktığımdan beri tam lise günlerimden kalma bir gün yaşıyorum. Önce saati defalarca ileri attım, sonra evin içinde deli danalar gibi koşarak çantamı toplamaya çalıştım. Sonra servise yetişmek için bir tarafıma neft yağı sürmüşler gibi haldır haldır giderken ilk düşme tehlikemi atlattım -ilk diyorum dikkat edin-. Neyse bir şekilde servise vardım, kulaklıklarımı taktım ve oh dedim. Okula geldiğimde asi şemsiyemi açtım ve o anda günün ilk postunun ne olacağını anladım. Sonra kantine gittim, yiyecek bir şeyler ve kahve aldım ancak çıkışta yaşadığım ikinci düşme tehlikesini atlatamadım ve düştüm. Topallayarak bölüme doğru giderken yazmam gereken konunun bu olduğundan iyice emin oldum. Efendim buyrun, eminim sizin de bir benzeri vardır:

Ergenken asilik adına yaptığım salaklıklar listesi:
1. Yaz kış postallarla gezmek. Elbetteki bir numarada. Gerçi ikinci maddeyle oldukça kapıştılar birincilik için ama yazın zavallı ayacıklarımın o postallar içinde çektikleri ve bu savaştan nasıl sağ çıkmayı başardıkları en az on kitaplık bir seriye konu olabilir bence. Ama çok asiydim işte, ne yapayım, diğer kızlar gibi açık ayakkabılar, terlikler giyecek halim yoktu ya. -sonra bu durumun bir benzerini üniversitede taban düşüklüğü yaratan mavi jeans parmak arası terlikleriyle yaşadım, ama en azından onlar ayak haşlama yapmıyorlardı.-

2. Kahverengi. Ergenliğim boyunca prensip olarak siyah ve kahverenginin dışında pek bir renk giymedim. Simsiyah giyinmek gayet karizmatik bir durum, hala da bu fikirdeyim ama kahverengi ne? Asi olduğum kadar sanatçı ruhlu bir insan olduğum ve yağmur, sonbahar, kuruyan yapraklar gibi bir takım doğa olaylarına takmış bulunduğum için o dönemde tepeden tırnağa kahverengilerle dolaşabiliyordum. Şöyle açıklarsam durumun vehametini daha iyi anlarsınız bence: benim kahverengi bir levis 501'im vardı. İstanbul sınırları içerisinde bu alışverişi gerçekleştiren tek kişi olduğumdan neredeyse eminim.

3. Bahçe gezileri. Asilikte elbette yalnız değildim. Pek sevgili mushucum ve ben her tenefüste kendimizi okulun bahçesine atıyor, ve hırkalarımızın kollarını parmak uçlarımızı iyice geçecek şekilde çekiştirerek bahçede dolaşıyorduk. Kimi zaman kulağımızda kulaklıklar çok asi bir şekilde müzik dinliyor, kimi zamansa sanatçı ruhlarımızı gezintiye çıkararak hayatın anlamını çözüyorduk. Özellikle eğer hava yağmurluysa kimse bizi sınıfta tutamıyordu. Elbette bana bu durum bol miktarda sümük olarak geri dönüyordu ve okula gittiğim 8 aydan yedisini nezle olarak geçiriyordum.

4. Şemsiye durumu. Yukarıda bir takım doğa olaylarına olan takıntımdan bahsetmiştim. Bu takıntı benim kuru yapraklar toplayıp odamın duvarlarına yapıştırmama, bu kuru yaprakları ufaladığım renkli şişeleri masama dizip onlara bakarak şiirler yazmama neden oluyordu -bu arada şişelerden biri hala evde duruyor. Mafizim baharat zannedip kiler dolabına kaldırmış -. Hadi bunlar zararsız ergen hezeyanları. En fenası o dönemde yağmurla arama bir şey sokmanın en affedilemez günah olduğunu düşünüyor ve asla ve asla şemsiye kullanmıyor olmam. Çeşit çeşit asi berelerim vardı elbette ama onlar bir noktadan sonra suyu geçirdikleri ve doğaları itibariyle asiliğin şanından oldukları için onları kullanmakta bir sakınca görmüyordum. Seneler sonra -yani bundan bir 5-6 sene önce- dünyanın en dayanılmaz güzellikteki şemsiyesini bulunca bu duruma bir son verdim. Ama hatırlıyorum, şemsiyeyi ilk açtığımda gözlerimi yukarı kaldırıp, kendimi gerçekten çok suçlu hissederek, "özür dilerim yağmur" demiştim "özür dilerim..."
Sevgili Jack Skellington, şu an senden hiç hoşlanmıyorum. Çünkü blogumun görüntüsünden soğumama neden oldun, beğendiğim görünümü benden önce yaptığın ortaya çıktı ve farklı bir görünüm elde etmeye çalışırken ayarlarımı bozdum. MIZ!
Evliliğimizin ilk iki senesinde pek şahane eşim Mafiz ile birlikte perşembe akşamlarını iple çekiyorduk. O akşamlarda kimselere söz vermiyorduk saat onda mutlaka Showplus'ı açıyorduk ve tataam tüm ihtişamıyla Topchef'i izliyorduk. Bir noktadan sonra bu takıntılı zevkimiz son buldu zira show plus yeni sezonları almayı bıraktı ve biz de tekrarları izlemekten sıkıldık.

İki sene süre top chef maceramız süresince bizi en çok çıldırtan şey daha önce adını hiç duymadığımız scallop oldu. Kanalın çevirmenleri tarafından zaman zaman doğru şekilde deniz tarağı olarak, zaman zamansa yanlış bir şekilde deniz hıyarı olarak türkçemize çevrilen scallop çok mucizevi bir şeydi. Her kim ki yaptığı yemekte scallop kullanıyordu, işte o o haftanın galibi oluyordu. Jüriler scalloplu yemekleri yerken gözlerinden orgazmik titreşimler fışkırıyor, boğazlarından engel olamadıkları Monica Şeleş inlemeleri kopuyordu. Bu sabah blogum için yaptığım araştırma sırasında Scallop'ın devasa bir örneğinin fotoğrafını görünce bu erotik esintili tepkiler bir anda anlam kazandı:


Doğal olarak daha önceden varlığından bile haberdar olmadığımız, neye benzediğini bilmediğimiz, tadını delice merak ettiğimiz scallop bizim için ulaşılamaz bir arzu nesnesine dönüştü. Birilerinden Real'de satıldığını duyduk ve o zamandan beri her gittiğimizde soruyoruz ancak şimdiye kadar hiç bulamadık. Ancak Real'in balıkçılarından deniz tarağı dostumuzun normalde şöyle göründüğünü öğrendik:

Bildiğimiz Shell benzincisi amblemi olması, bu mereti daha kolay bulunur kılmıyordu. Kendisinin tadına bakabilmek için taa Boston'lara kadar gitmem ve soğuk ve rüzgarlı bir kasım akşamı Boston limanına yürümem, trafiğe kapalı ve tamir halindeki bir köprüden yürüyerek geçmem ve barking crab isimli şu lokantaya gitmem gerekti -ki bu da dünyanın en şahane ev sahiplerinden biri olan kahraman bilim adamı süper şahsiyet ilker öztop sayesinde oldu-:


Varlığından bile haberimiz olmayan yerlerimiz üşürken ve ben Mafiz'im yanımda olmadığı için kendimi eksik hissederken lokantaya vardık. Istakoz ve yengeç yemeklerinin arasından kendime basit ama muhteşem olduğuna inandığım bir yemek istedim, ızgara deniz taraklı salata. Yemeğim geldiğinde garip bir heyecanla yerimde duramıyordum. Kendimi adeta Galadriel hanımla tanışmış bir Gimli, cylon dedektörü bulmuş Adama gibi hissediyordum. Gelen tabaktaki deniz tarakları şöyle görünüyordu:

Ağzıma attığım ilk lokmada gurmelikle alakası olmayan tat alma sinirlerim bayram ederken, ben de zihnimde tuhaf ışık patlamaları ve bedenimde istemsiz seğirmeler yaşadım. Bu leziz yumuşak, tadı mezgit ile kalamar karışımı olan deniz ürünü hafızamda çok derin bir iz bırakacaktı, biliyordum. Artık her günümü onun yokluğuyla ve ona yeniden kavuşacağım günün beklentisiyle geçirecektim.

Ama hala aramaya inancımı kaybetmedim. Her real'e gidişimde umutla tezgahlarda onu arıyorum ve Mafizime 11 ay önce beni kendimden geçiren bu lezzeti tattıracağım günün hayaliyle yaşıyorum.
William Sheakspeare demiş ki, bir baba oğluna bir şey verdiğinde ikisi de güler; bir oğul babasına bir şey verdiğinde ise ikisi de ağlar.

Bu sözler kızlar, anneler ve bu dörtlünün farklı kombinasyonları için de geçerli elbette. Ağlama durumunun ise boyutu var bence. Bu göz yaşlarının mutluluk gözyaşları olup olmadığını ebeveyn ve çocuk arasındaki ilişkinin doğası belirliyor bence.

Yukarıdaki cümlenin sonunda "bence" yazınca aklıma bundan nereden baksanız 20 yıl kadar önce -içinde bu kadar uzun yıl farkı olan cümleler kurduğum her sefer ne kadar büyüdüğüme şaşıyorum- kuzenim bana bir erken ergenin bakış açısıyla yaşadığı ülkedeki düşünce ve ifade özgürlüğünün boyutlarını anlatmıştı. "Bir öğretmene siz salaksınız diyemezsin. O zaman hakaret olur. Ama aynı öğretmene bence siz salaksınız diyebilirsin. Çünkü o zaman sadece düşündüğün bir şeyi ifade ediyor olursun.". O zaman ne demek istediğini tam olarak anlayamamıştım -onun da anladığından çok emin değilim- şöyle düşündüğümü hatırlıyorum: "Ne farkı var ki, iki durumda da öğretmene salak demiş oluyorsun, ve başın belaya giriyor." Bana ikinci koşulda kesinlikle ceza almayacağını anlatmaya çalışmıştı. Bense "İyi de, öğretmen senin onun salak olduğunu düşündüğünü bilirse sana kötü davranır zaten, bu ceza olur" deyip durdum. Dikkatinizi çekerim o dönemde "hoca takması" kavramından haberdar değildim, hem sınıf birincisi klasik 5. sınıf öğrencisi olarak, hem de yaş itibariyle sanırım.

Sanırım bir iki saniye ayırıp öğretmenlere salak deme hakkı nedeniyle büyük bir sevinç duyup bunu hayata geçirmek için sabırsızlanan kuzenimle, bu fikir yüzünden dehşete kapılan benim eğitim hayatlarımızın hangi yönlerde seyrettiğini düşünürseniz, cevabı hata payı olmadan bulursunuz. Evet birimiz çoktan hayata atıldı, diğerimiz ise hala ertesi güne okuması gereken makalelerin iç sıkıntısını yaşıyor.
Yarın evimiz olması şerefine sülale kadınlarından oluşan bir güruhla birlikte zekeriya sofrası isimli örf ve adetimizi yerine getireceğiz. Evlenmeden önce hiç duymadığım bu adetin ismini öğrenmekte çok zorlandım. Bu evde yapacağımız 2. sofra ama bendeki isimlerini sayısı bine ulaştı. En favori alternatif isimlerimin ilk beşi şöyle:
1. Züccaciye sofrası
2. Zebellah sofrası
3. Zerdeçal sofrası
4. Zortlak sofrası
5. Zingarella sofrası
Ben ismiyle böyle dağları delip, nereden bulucam kırk çeşit çiğ besin maddesini diye ortalarda dolaşırken meğerse züccaciye sofrasının bayağı derin bir tarihi varmış.

Köken, 1900'lerin başında Ankara'ya dayanıyormuş. Oraya da Hicaz'dan gelen kendini bilmez bir kadın tarafından taşındığı düşünülüyormuş. Olay misafirlerin yiyeceği ve içeceği şeyler dışında masada ateş görmemiş -tabire bakarmısınız- yiyecek olmasıymış. Dua falan edilip masada bir takım dilek mumları yakılıyormuş. Dileği yerine gelen kişi bir sonraki zortlak sofrasını yapıyor ve o sofrada ilk dilek dilerken yaktığı mumu sonuna kadar eritip bitiriyormuş. Bir de masada bulunan o kırk çeşit yemekten dilek dileyenlerin yemesi gerekiyormuş.

Yarın ki züccaciye soframa beklerim. Ailemin kadınlarına çiğ yumurta içirip seslerini açacağım ki hep beraber daha çılgın dedikodulara akabilelim.
Garip bir yaz geçirdim. Önce ev arama bulma telaşı. Ardından taşınma çılgınlığı. Zihinsel olarak ne kadar boşsa, fiziksel olarak o kadar yoğun bir zamandı. Neticesinde belimi sakatlayıp 3 hafta evde yatmak zorunda kaldım ve bu süreyi de beynimi daha da boşaltmak amacıyla digitürkün başında geçirdim. Evet arada sadece son kitabına hasta olduğum gedik savaşları efsanesini okumuş olabilirim ama kendisi bir amber olamadığı için beynimi doldurmuş sayılmaz.

İşte böyle aylarda ve alkol odaklı bir tatilden sonra bugün iş hayatı benim için resmen başladı. Bugün hem okulda hem de diğer işimde eğitimlerimin ilk günüydü. Okulda yeni öğrencilerle ilk dersimizi yaptık. 10 dakika arayla iki ayrı gruba aynı şeyleri anlatmanın verdiği hafif şizofrenik hissi unutmuşum. Hatırlamam çok hızlı bir o kadar da sevimsiz oldu. Okuldaki dersin çıkışında şunu fark ettim, her sene farklı öğrenciler var evet. Ama aslında her sene aynı öğrenciler var bir yandan da. Bir senaryo var sanki ortada ve her sene başka öğrenciler kendilerine ait rolleri oynamak için geliyorlar karşıma. Her senenin kendi tikisi, asisi, uyuzu, sempatiği, sempoşu, ukalası, tatlısı, komiği, eğlencelisi ..., var. Yüzler ve isimler değişiyor sadece, verdikleri his aynı kalıyor.

Okuldan çıktıktan sonra çok sevgili ve biricik balık aklı sayesinde saçımın teline yağmur damlası değmeden diğer işime geldim. Burada da durum aynı. Bugün eğitim vermek için değil, öğrencilerle tanışmak için arzı endam etmiştim ve bu bana sınıfı gözlemleme fırsatı sundu ve sonuçtan iyice emin oldum.

Biri yetişkin diğeri genç yetişkin iki ayrı gruba tamamen farklı iki konuda ders veriyor olmanın tek ortak noktası bu sanırım. En önemli farkı ise, birinde siyahlı grili çizgili çoraplar ve rahat babetler giyiyor olmam diğerinde ise gri ince çoraplarım ve topuklu babetlerimle salınmam. Moda acayip bir şey mirim. Çok acayip bir şey.

Efendim, Reichenbach'ı bilenler bilir, kendisi bugünlerde okuduğum bilim tarihi üzerine bir kitabın yazarı. Dün eğitimden önce bir şeyler yemek için girdiğim ev yemekleri lokantasında kendisinin yazdığı nadide kitabı açıp okumaya başladım. Kopernik'ten Kepler'e geçmeden önce pek sevgili yazarımız çok kısa bir süre için muhteşem aletler inşa etme yeteneğinin teorisyenliğini gölgede bıraktığını söylediği Tycho Brahe'den bahsediyor. Tycho Braherimiz Danimarka kralının himayesi altında senelerce çalışıyor, emrine bir ada veriliyor ve bu adada iki tane süpersonik kale inşa ederek gözlem yapmaya başlıyor. Bu esnada da işte bu aleti icat ediyor ve teleskop kullanmadan gözlem yapan son büyük astronom, bu alet sayesinde inanılmaz kesinlikte ölçümler yapıyor. Sonra bir bakıyoruz kral brahe'yi sürgüne göndermiş, adamcağız prag'da ölüvermiş.

Sansasyon kokusu alan burnum hemen tarihin magazin yapraklarına gömüldü ve Brahe'nin kralın kaçıncı gökbekten kuzeniyle kırıştırdığını araştırmaya başladı. Tabi bu kadar yüzyıl sonra o dönemin aşna fişna kayıtlarına ulaşamadım ama çok nevi şahsına münhasır bir insan olan Tycho Brahe hakkında bir takım tuhaf bilgiler edindim. Buyrun burdan yakın, yorumsuz veriyorum:

-Pek sevgili Tycho henüz daha doğmadan babası onu çocuğu olmayan amcasına vereceğine söz verir, ancak sonra bu sözünden döner. Bunun üzerine amcası 2 yaşındayken Tycho'yu kaçırır ve kendi oğlu gibi büyütür. Gerçek ailesi ise üstelemez.
-Tycho'nun vaftiz olmadan olan ikiz bir erkek kardeşi vardır. Onun için latince bir gazel yazar ve bu basılan ilk eseri olur.
-Almanya'da okurken aynı kişiyle inatla giriştiği düellolar sonucu burnunun bir kısmını kaybeder. Hayatının sonuna kadar altın, gümüş ve bakır gibi madenlerden değişik okazyonlara göre hazırlattığı protez burunlar takar.
-Sarayın ismi Jepp olan ve medyum olduğuna inandığı bir cücesi vardır.
-Kepler'in söylediğine göre etiket merakı resmi bir toplantıda Brahe'nin tuvalete gitmesine izin vermiyor. Eve gelene çişini tutan Brahe eve geldiğinde ise artık istese de işeyemediğini görüyor ve iki haftalık korkunç acılarla dolu bir süreçten sonra hayata gözlerini yumuyor.
-Ölümü hakkında iki teori var. Birincisine göre böbrek yetmezliğinden, ikincisine göre ise cıva zehirlenmesinden ölmüş. 1901'de naaşı topraktan çıkartılarak otopsi yapılıyor ancak bir sonuca varılamıyor.

Peki zamanında Danimarka'nın toplam servetinin %1'ine sahip olan bu adam neden sürgün edilmiş? Yukarıda bahsedilen şeyler yüzünden mi yoksa başka bir sebebi mi var? Benim anladığım kadarıyla asıl sebep Brahe'yi himayesine alan kralın ölmesi ve yerine geçen genç kralın Tycho'u pek hazzetmemesi (Tycho aceleci, hoşgörüsü olmayan, utanmazlık derecesinde bencil, çoğu zaman da acımasız bir adam olarak bilinirmiş, çok anormal bir durum değil sanırım).

Sonuç olarak tarihin kanlı sayfalarında gizlenmiş tutkulu ve bir o kadar skandal bir aşk hikayesi bulamadım ama kavgacı, gürültücü, eğlenceli ve tarihte ilk defa bir süpernovayı gözlemlemeyi başarmış - yeni bir yıldız bulduğunu sanmış başta ama olsun - bir bilim adamı buldum. Bir çeşit without a trace benim için.
Ofisimizin bugün iş yoğunluğu hayli aşağılarda. Ben Avatar izliyorum, Balık aklı da bleach. Bu yoğunluk içerisindeyken birden bana döndü ve "the real mccoy ne demek?" diye sordu. Ben suratına bön bön bakarken "Anlamını biliyorum, nereden geliyor onu merak ettim" dedi. Ben de "Bir filmden falan herhalde" diyerek nereden çıktığı çok belli olan bir cevapla konuyu geçiştirdim. Sonra düşündüm de, gerçekten bir filmden geldiğine dair bir izlenime sahibim, araştırmaya karar verdim.

Bu tabirin aslının the real MacKay olduğuna ve ilk kez 1856'da Scottish National Dictionary'de (İskoçya Ulusal Sözlüğü): “A drappie [drop] o’ the real MacKay " şeklinde yer aldığı söyleniyor. Sonra değişerek mccoy oluyor. Nereden çıktığı hakkında farklı teoriler var. 1870'lerde bir viski markasının sloganı olarak kullanılıyor ve bahsi geçen mackay'in hali hazırda viski markası olduğu söyleniyor.

Diğer bir teori 1880'lerde gerçekleştirilen McCoy ailesi dolandırıcılığına bağlıyor tabiri, bir diğeri ise uzak doğudan ithal edilen Macao isimli bir tür saf eroinden geldiğini söylüyor.

Ben en çok hoşuma gidense bir boksör ile ilgili olanı. Kid McCoy olarak Norman Selby o kadar çok taklitçisiyle uğraşmak zorunda kalıyor ki, adının ortasına bir "the real" eklemek zorunda kalıyor. Hikayenin daha renkli versiyonunda ise Kid McCoy bir barda sarhoş bir adamla takışıyor ve taklitçileri ortalarda çok fazla dolaştığı için adam onun gerçekten söylediği kişi olduğuna inanmıyor. Kid McCoy'un sağlam yumruğuyla karşılaşmak zorunda kalan sarhoş kişisi "He is the real mccoy" diyor ve işte beyefendinin 110 sene önce içtiği viskiler bugün gelip benim kulağımı kaşındırıyor. Saygılar.
Uzmanından bir psikolog olarak psikoloji konusundaki engin bilgi ve tecrübelerimi sizlerle paylaşmazsam bir blog yazarı olarak yakın gelecekte kendimi çok utanç verici bir durumda bulacağımı hissettim. Neden böyle his doldu içime bilmiyorum. Ama buyrun bakalım.

Savunma mekanizmaları adları üzerinde ruhsal bütünlüğümüzü korumaya yarayan, aşırı kullanımda başımıza iş açan mekanizmalar. Bugün bu mekanizmalardan en sık kullanılanlardan biri olan mantığa bürümeyi bir örnekle inceleyeceğiz. Örneğimiz 36 saat önce yaşanmış gerçek bir olaydan alınmıştır.

Öncelikle mekanizma kullanımı öncesi içinde bulunduğum durumun anlaşılması gerekir. Saat 8 de gelen servis tuvalet sırası bana gelmediği için kaçırılmıştır. Bunun üzerine önce kahve ardından kellogslu kahvaltı edilerek bir ayılma seansına gidilmiştir. Öğle yemeği evden paketlenmiştir. Havuza sabahtan gidilmeye karar verilmiştir. Plan metro, oradan da taksiyle okula gitmektir. Yazar mızmızdır, taksiye binmek istemektedir, ancak parasal bir sıkışıklık söz konusudur. Düşünceler gelişir:

-Taksiye mi binsem?
-Yok yok binmesem daha iyi çok yazıyor.
-Ama..
-yok yok en iyisi metro
-Ama bir de şöyle düşünmek lazım. Normalde kahvaltıyı okulda edecektim. Orada bir beş milyon, sonra öğlen bölümden havuza geçecektim, ordan bir beş milyon daha. Hem öğle yemeğini evden götürüyorum. E o da on milyon. Hem zaten Levent'ten okula 10 milyon verecektim. Yani bu durumda aslında taksiyle gidersem 10 milyon kardayım. Beyin bedada!

Evet, neticede taksiye bindim. Ama bir daha binmeyeceğim söz!

Enerji düşükliğinden muzdarip olan bendeniz geçenlerde değişik öğrencim Steve'in önerisiyle spirulina isimli bitkisel bir ilaç aldım. (Az önce fark ettim ki, bu esnada bir de kazıklanmışım). İlacın kutusunu görünce bir anda dank etti, bu ilaç yıllar önce Nilim'le tatil öncesi incelmeliyim! paniği içersindeyken bir gnc mağazasında bize önerdikleri ilaçtı. İçinde doksan adet vardı, bize günde üç tane alın demişlerdi. Biz öğrenci bütçemizle hapları ikiye bölüp 45 gün birer tane almayı tercih etmiştik. İşte bu ilaç o ilaçtı. Değişik öğrencim Steve o kadar övmüştü ki ilacı ben de bir araştırayım dedim -elbette bunu ilacı bir sürü para bayılarak alıp, bir kaç gün kullandıktan sonra akıl ettim ama olsun-.

Efendim, spirulina Aztekler tarafından "taşın özü" adı verilerek zamanında bolca tüketilmiş bir besin imiş. Yukarıda kendisinin elde edildiği göl yosununu görebilirsiniz. Burada önemli olan göl yosunu kısmı. Çünkü deniz yosunundan da elde edilen bir takım hap, ilaç destek ürünleri var ama görünen o ki hiç biri spirulina kadar muhteşem değil.

Spiru hanım kardeşimiz demir, b-12 (ki kendisi enerji demekmiş), beta karoten, vitamin A, E, klorofil, selenyum ve benim daha önce duymadığım ama her hallerinden çok önemli oldukları belli olan maddeler içeriyor. Üstelik bu maddeleri en yakın rakiplerinin 3-5 katı içeriyor. Hal böyle olunca spiru kansızlığa, böbrek taşlarına, sindirim sorunlarına, obeziteye, yaşlanmaya, kansere, sivilcelere ve hatta kötü vücut kokularına karşı kullanılan muhteşem bir gladyatör edasıyla hayatımıza giriyor (evet canım spartacus blood and sand seyretmek istiyor).

Tabi benim aldığım spirulinanın yukarıda görülen dopal ve ferah yosunlarla alakası yok benimki daha çok şöyle görünüyor:


Digiturk'u olanlar bilir. Runway Project'in biricik Tim Gunn'ının stil rehberi isimli nadide bir programı var. Bu programda Tim biz kadınlara nasıl giyinmemiz gerektiğini öğretiyor ve diyor ki her kadının sahip olması gereken 10 elzem parça vardır:
1. Siyah elbise
2. Trençkot
3. Kumaş pantolon
4. Klasik gömlek
5. Kot pantolon
6. Her yere giyilebilecek bir üst
7. Etek
8. Günlük elbise
9. Ceket
10.Rahat pantolon.

Evet, Tim Gunn böyle buyuruyor. Yemedim içmedim ben de kadınlar için kendi 10 elzem parçamı buldum:
1. Çok seksiyim kıyafeti. Bu kıyafetin nelerden oluştuğunun ve dekoltesinin nerede olduğunun bir önemi yok. Herkes güvendiği başka bir yerini açabilir. Bu kıyafet size zayıf ve seksi hissettirir. Ne zaman bu giyseniz herkes size beğenen gözlerle bakıyormuş gibi gelir. Bu kıyafet üzerinizdeyken sizi terk eden eski sevgilinizle karşılaşsanız neler kaybettiğini anladığından emin olursunuz.
2. Her yer tişörtü. İşte, gece çıkarken, gündüz kahvesinde kısacası her yerde giyebileceğiniz bir tişörttür. Genelde siyah ya da beyaz olur.
3. Her zaman tişörtü. Bu tişört ise her duygu durumunda giyebileceğiniz tişörttür. Yataktan kazınarak kalktığınızda hiç düşünmeden geçirebilirsiniz üzerinize. Öylesine uyumludur herşeye.
4. Seksi ayakkabılar. Genelde topuklu olup, modeli herkese göre değişmektedir.
5. Seksi ayakkabının yerine giyilecek ayakkabılar. Gecenin ilerleyen saatlerinde hayatımızı kurtaran ayakkabılardır. En önemli özellikleri rahat, şık ve her kıyafete uyumlu olmalarıdır.
6. Depresyon kıyafet. Genelde salaş, bol, delik, rahat, lekeli ve eski, çok eski kıyafetlerdir.
7. Göbek pırtlatmayan iç çamaşırı. Burda önemli olan göbeğimizi pırtlatmadığı gibi, babaanne donu gibi görünmeyen bir tanesini bulabilmektir.
8. Fularımsı. Gerektiği zaman şal, gerektiği zaman fular, gerektiğinde ise dekolte kapatıcı olarak kullanılabilen süper bir aksesuardır.
9. Siyah fermuarlı/hırka. Gece çıkacağınız günlerde içinizdeki seksi tişörtü saklamanıza ve soğuk günlerde ince askılılarla sokğa çıkmanıza yarar. Muhteşemdir.
10. Zayıf gösteren spor kıyafetleri. Bu maddenin açıklamasını bir önceki postta bulabileceğinizi düşünüyorum.
Son dönemde yaşadığım çıldırtıcı bel ağrıları sonucunda bir buçuk ay kadar önce yüzmeye başladım. Okulun havuzuna gidiyorum ve okula gittiğim hergün mutlaka yüzüyorum. Havuza girdiğim anda bütün ağrılarım yok olduğu ve havuzda kaldığım süre boyunca da geri gelmedikleri için yüzmek benim için oldukça vazgeçilmez bir aktivite haline geldi. Hergün öğle saatlerinde büyük bir sadakat ve heyecanla havuza koşuyorum. Hal böyle olunca aşk yaşadığım yeni sporum hakkında düşünmeye başladım. Yüzmek vücudu zorlamadan maksimum hareket sağladığı halde neden olması gerektiği kadar popüler değil sorusu aklıma takıldı. Bu soruya üç cevabım var:

1. Yüzme sporu ülkemizde yapması kolay bir spor değil. Düzgün havuz sayısı az ve düzgün olan bu az sayıdaki havuzlar da çok pahalı.

2. Senede 1 hafta belki yüzen bir millet olduğumuz için çoğumuz nasıl yüzeceğimizi bilmiyoruz. Genelde köpekleme tabir edebileceğimiz garip bir stille yüzüyoruz ve nedense özellikle yüzmede bu işi düzgün yapamıyor olmak bize çok batıyor.

3. Bence en önemli madde bu. Önce bir soruyla başlayalım: Kimler spor yapar? Kilo vermek isteyenler ve sağlıklı yaşamak isteyenler, evet. Dahil olduğum ilk grubun spor salonlarındaki en büyük kabusu ise hijyenik olmayan spor aletlerinden mikrop kapmak değil, ikinci gruptaki taş tabir ettiğimiz insanlarla karşılaşmaktır. Bizler bu yüzden spor salonlarına yazıldığımız gün gider popomuzu daha küçük gösteren eşofman altları satın alırız. Yoga ve aerobik derslerinde sallanan yağlarımız ve dengesiz bacaklarımız görünmesin diye en arkadan yer kaparız. Sahip olmak istediğimiz vücutlara sahip olan ve hala utanmadan spor yapan bu insanları hem çok kıskanır hem de onlara ölesiye gıcık oluruz.

Üstelik spor salonu çalışanları da bu hislerimizi iyice körükler. Atletik yapılı taş hatunlar sanki çok lazımmış gibi ekstra ilgi görür. Siz orada ne işe yaradığını tam anlamadığınız bir alette düğüm olmuşken birinin geip sizi çözmesini boşuna bekler durursunuz.

Şimdi bütün bu hisleri alın ve neredeyse çırılçıplak olduğunuz havuz ortamına yerleştirin. Nasıl oldu? Zengin gösterdi değil mi? Sıkıyorsa havuzda bulun poponuzu küçük gösterecek mayoyu. Bonelerin en pahalısı, gözlüklerin en karizmatiği, mayoların en korsesi bile saklayamaz o yağları artık. Hayır belki bir kısıtlama olsa havuzlarda, ve belirli saatlerde belirli kilo aralıklarındaki insanları alsalar, bu nadide spor biraz daha popülerleşebilir. Ama şu anki karma haliyle, sizden 250 gram zayıf olanlar bile size böyle görünür


(Michael Phelps'e selam ederim)

Ve siz kendinizi böyle hissedersiniz


Ama bir kere suya girince hepsi geçiyor arkadaşlar. Tavsiye ederim.
Bu günlerde Hans Reichenbach'ın From Copernicus to Einstein isimli kitabını okuyorum. Bilim tarihini çok insani bir şekilde anlatıyor kitap. Kopernik insanların dünyanın bütün evrenin merkezi olduğuna inandıkları bir dönemde -ki bu dönemde evren kavramından ne kadar bahsedebiliriz, bilmiyorum- onlara evrenin küçükcük bir parçası olmaktan öteye gidemediklerini göstermiş bir bilim-tıp-din-her şey adamı. Evet Galile kadar cesur değil belki, koskoca engizisyona kafa tutmuyor -tamam onun da attığı geri adımlar var ama adam can derdindeymiş- ve uzun süren zorlu hastalığının sonlarına doğru başlarım engizisyonuna diyerek fikirlerini yayınlatıyor ama sahip olduğu inanılmaz deha insanın aklını başından alıyor.

Şimdi bir oturduğumuz yerden, Kopernik'e bakınca çok olağan geliyor bu sonuca ulaşmış olması. Biz kendimizi bildik bileli dünya yuvarlak, güneşin etrafında dönüyor ve bizler evrende minicik birer noktayız çünkü. Ama Reichenbach'ın dediği şekliyle değerlendirince Kopernik'i, yani beş duyumuzun bütün bu bilgilerin tersini söylediği bir dünyada, ilk defa duyularına karşı çıkıp gerçeği görmeyi başaran insan olarak değerlendirince saygım devleşiyor. Düşünsenize, eğer bilmesek şimdi bildiğimiz şeyleri ve sadece çevremize baksak, varacağımız sonuç dünya duruyor ve güneş etrafında dönüyor olurdu. Bizi aksine inandırmaya çalışanlara da Barış Manço'dan "işte hendek, işte deve"yi istek şarkı olarak armağan ederdik.

Kopernik demişken, insanlar gerçekten çift yaratılmış. Aralarında yüzyıllar olsa da.

Haftanın her gününe her saatine bir anlam ve ehemmiyet bulabiliriz elbet ama bana göre pazar akşamının son iki saati neredeyse cuma günü mesai bitimine yakın saatler kadar bir öneme sahiptir. Geçtiğimiz bir sene boyunca pazartesi günleri çalışmadığım için unuttuğum bir önem bu.

Şimdi artık pazartesi günleri çalışıyorum. Üstelik artık bütün hafta boyunca çalışıyorum. Yani yakın zamanda cuma saat 4 ve dolayları postu da yazmam oldukça mümkün. Hal böyle olunca şu an içinde bulunduğumuz bu saatlerin önemi suyun altında tutmaya çalıştığım ve elimden kaçarak yüzeye fırlayan bir top gibi fırlıyor yüzeyime.

Bir düşünün, cuma akşam işten çıktınız ve oh! sonunda bütün hafta boyunca beklediğiniz özgürlük elinizde. İstediğiniz saatte yatabilirsiniz, istediğiniz kadar saçmalayabilirsiniz, gecenin dördünde hep birlikte müdürün karşısına çıkabilirsiniz. 2 tam bir yarım gün sizin artık. Sabah kahvaltıları aceleye getirilmeden ağır ve bol kahveli edilebilir. Oyunlar sabaha kadar sürebilir. Ama elbetteki yetmez bu kadarcık aman hiç birimize, hep ve her seferinde tadı damağımızda kalır haftasonu umursamazlığının.

İşte pazar akşamı saat 10 olduğu zaman o yetmeme hissi iyice eline geçirir bizi. Son iki saatidir artık özgürlüğümüzün. Pazar gecesi artık ertesi günü düşünmeden umursamazca uyumamazlık edemeyiz. Son kahvemizi içerken bir düşünürüz, saat geç oldu, uyuyabilir miyim acaba diye. Üzerimizde son iki günün yorgunluğu, yine de kalan son iki saatimize bir şeyler sıkıştırmaya çalışırız. Kitap mı okusam, bir film mi seyretsek? Yüzüme bir maske yapıp haftasonu toksinlerinden mi kurtulsam yoksa salak salak yatıp hiç bir şey yapmasam mı? Çoğunlukla hiç birine karar veremiyorum ve içimde pazartesi sıkıntısı öfleye pöfleye son iki saati geçirip yatağa gidiyorum.

Ama bu akşam gibi bazı akşamlarda, uzun ve yoğun bir günün ardından tatlı bir mahmurlukla karışık garip bir enerji oluyor içimde. Hiç bir şey yapmadan dursam da, dünyayı yerinden oynatsam da bir şey fark etmiyor, sanki bir şeyler değişecekmiş gibi yeni haftayı bekler bir halde buluyorum kendimi. Değişmese de çok umrumda olmayacak sanki.

Yarın yeni ayakkabılarıma kavuşacağım. Ondandır belki.