Aslında bugünkü yazımın konusu çalıştığım alanın (otobiyografik bellek) temellerini atan Sir Francis Galton üzerine olacaktı ama, psikoloji tarihine bulaşacaksam, olayları toz ve gaz bulutu halinden ele almanın daha uygun olacağına karar verdim. Sonra dedim ki, şimdi antik yunan felsefesine girersem, çıkışım olmayacak o nedenle işe Descartes'dan başlamaya ve yüreğimin götürdüğü yere gitmeye karar verdim. Buyrunuz efendim:
 

1596-1650 yılları arasında yaşayan Rene Descartes, sınava en zor sorudan başlamış ve döneminde yüzyıllardır filozofları meşgul eden beden-ruh ilişkisine el atmıştır. Descartes'a göre ruh ve beden birbirleri üzerinde karşılıklı olarak etkileri bulunan iki farklı varlıktır. Beden hareketli, maddesel varlığı olan bir makinedir, ruh ise maddesel varlığa sahip değildir ve doğa kanunları ona işlemez. Bu iki farklı varlık, beyinde bulunan epifiz bezi (pineal gland) sayesinde iletişim kurarlar. Ruh sadece tek bir işlevden, düşünmeden sorumludur ve geri kalan bütün işlevler (üreme, algı, hareket vb.), bedenin yetki alanında yer alır. Bu görüşüyle Descartes, düşünürleri dikkatlerini ruh-beden probleminden alıp fiziksel-psikolojik dualizm üzerine yoğunlaştırmaya davet eden bir yaklaşım sunmuştur. Sadece metafizik analizlere anlaşılmaya çalışılan ruh, nesnel gözlemlerle incelenebilen akla dönüşmüştür.

 Descartes, ruhun iki tür fikre yol açtığını savunuyordu: türemiş (derived) ve doğuştan gelen (innate). Türemiş fikirler bir dış uyaranın doğrudan uygulanmasıyla ortaya çıkar (zil çaldığında tenefüse çıkacağınızı bilmeniz gibi) ve duyumsal deneyimlerin ürünleridir. Daha büyük öneme sahip doğuştan gelen bilgiler ise dış dünyada deneyimlediğimiz olay/nesneler tarafından oluşturulmamıştır. Tanrı, geometri aksiyomları, mükemmellik gibi fikirler doğuştan gelen fikirlere örnek olarak verilebilir. Descartes bu görüşüyle nativistik algı teorisine zemin hazırlamıştır.

 Descartes hakkında (bana göre elbette) ilginç bilgiler: -1617'de gönüllü asker olmuştur ve Hollanda, Bavyera ve Macaristan ordularında görev yapmıştır. -Saçlarının griye dönüşmesini engelleyebilecek teknikleri araştırmıştır. -20 yılda 13 kasaba ve 24 farklı evde yaşamıştır. -"İyi yaşayan, iyi gizlenendir" gibi bir düstura sahiptir. Ev adresini çok yakın bir arkadaşı dışında herkesten gizlemiştir. - 1649 yılında İsveç Kraliçesi Christina'ya felsefe dersleri vermek üzere İsveç'e gitmiştir. Kraliçenin sabahları saat beşte, iyi ısıtılmayan bir kütüphanede yapılmasında ısrar ettiği derslere ancak 4 ay dayanabilmiş ve 11 Şubat 1650 yılında hayatını kaybetmiştir. -Son olarak bence aşağıdaki resme son derece benzemektedir:



Film hakkında ayrıntılı bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.


Bu yazı hazırlanırken Duane ve Sydney Ellen Schultz'un Modern Psikoloji Tarihi kitabından ve Arda Denkel'in Zihin felfesi dersinden aklımda kalanlardan yararlanılmıştır. Kapsamlı olmaktan son derece uzak bir yazı olup, fikir vermek amacıyla yazılmıştır. Saygılar. 


Bugün senin doğum günün,

nereden baksan benim için çok kutlu, çok mutlu bir gün. Bugün sayesinde ben, yanında olduğum gibi olabileceğim, yanında susabileceğim, somurtabileceğim, gülmekten çatlayabileceğim, ağlamaktan şişebileceğim, yani hayatın her tadını her rengini birlikte yaşayabileceğim çok muhteşem bir insana sahibim.

19 temmuz çok kutlu, çok çok mutlu bir gün. Çünkü bugün bana dünyanın öbür yanında da olsa birlikte kahve için dertleşebileceğim, içip güzelleşebileceğim, planlar yapıp, o planları yerine getirip sonra da bozabileceğim (bu da bir lüks sonuçta :)), her zaman özleyeceğim ama hep de yanımda hissedeceğim, varlığıyla çoğalabildiğim ve yine varlığıyla kafamdaki sesleri azaltabildiğim, dünyada pek az insanın sahip olma şansına erişebildiği harika bir dost verdi.

Bugün senin doğum günün, diğer günlerden daha mutlu bir gün, bugün sen dünyaya geldin ve dünyaya geldiğin günden beri insanların hayatlarına dokunup, onları güzelleştiriyorsun. Dünya üzerinde var olduğun sürenin çoğunda seni tanıdığım, seninle yaşadığım ve seninle güzelleştiğim için çok mutluyum.

seni çok seviyorum, iyi ki doğmuşsun, iyi dostum olmuşsun.

Uzun zamandır yazamadım, yazmak istemediğimden değil, dünyayla iletişim yollarımı kaybettiğimden. Son bir kaç haftamı bir bulutun arkasında geçirdim. Neden diye sorarsanız, hem tam belli bir nedeni yok, hem de bir sürü nedeni var.

Balık burcumun karanlık suları seven tarafı (bilimsel bir kişiyim evet) beni her zaman yoğun ve fazla insanlı geçen dönemlerden sonra bir süre inzivaya çekilmeye itmiştir. Kendimi eve kapattığım, pek kimseyle görüşmediğim, minimum iletişimle geçirdiğim bir hafta beni her zaman kendime getirmiştir. Ama bu sefer bunu yapamadım. Uzun süren yoğun bir dönemin ardından bünyede huzursuzluklar baş göstermeye başladığında 2 gün izin kullandım, ancak bu iki günü iş güç halletmek ve koşturmakla geçirmek zorunda kalınca hiç amacına hizmet etmedi, aksine daha da beter bir hale getirdi beni, çünkü daha uzun bir süre izin alamayacağım ve izole olamayacağım anlamına geliyordu bu durum.

Ben de farkında olmadan normalde hızlandırılmış kurs gibi yaşadığım izolasyon dönemimi zamana yaydım. Son üç hafta nasıl geçti pek bir fikrim yok. Toplamda 133 bölüm kore dizisi seyretmişim, az önce hesapladım. Bu da 146.3 saat yani 6 tam gün boyunca dizi seyrettiğim anlamına geliyor. Biraz b.kunu çıkarmışım sanırım bu defa. Sürekli dizi seyretmek dışında, pek uyumadım, pek konuşmadım, pek bir şey yapmadım.

Geçen hafta cuma günü görg.ümle buluşunca biraz olsun bulutun içinden çıkmaya başladım. Zaten onu göremiyor olmanın verdiği bir huzursuzluk da vardı bünyemde. Hep birlikte zaman geçirip hem de baca temizliği yapınca, dünyayla bağlantımı yavaş yavaş yeniden kurmaya başladım. Sonra bu sabah kalktım, saati hiç ertelemedim, duş aldım, lush ürünlerimle kokulandım. Servise yetiştim, kahve ve sandviç alıp odaya geldim. Bilgisayarı açtım ve günlerdir ilk defa canım haberleri okumak istedi. Günlerdir canım ilk defa kurgusal olmayan hayatlara dair bir şeyler okumak, görmek istedi. Kore dizisi seyretmeyi düşününce ilk defa için çekildi. Hatta girip internette bir şeyler araştırdım, haftalardır ilk defa çalışma müziğimi açtım. Yani anlayacağınız dünya dışına yaptığım yolculuktan sonunda döndüm. Yokluğum sırasında beni anlayışla bekleyen biricik mafizime buradan selam ederim :)

"One aspect that I have gained from running in the past 22 years that has most pleased me is that it has helped me develop respect about my own physical being." Murakami Haruki

Eğer tüm zamanların en sevdiğim beş yazarını listelemem gerekse Murakami Haruki'nin bu listede çok sağlam bir yeri olurdu. Yeni evlendiğimizde dizimi sakatlayıp evde 2,5 ay kadar yatmak zorunda kalmıştım. Aynı dönemde ilk makalem yayınlanmıştı ve tübitaktan bu sayede bir miktar para geçmişti elime. O dönemde atamam gelmediği için çok rahat harcayabildiğim bir para olmamıştı ancak yazıdan gelen yazıya gitsin diyerek ilk Murakami kitabım olan Zemberek Kuşunun Güncesi'ni almıştım. Kabalcı'nın üst katında sağ tarafta duruyordu kitap, sadece iki tane vardı ve ilk aldığımın cildi hasarlıydı. İkinci kitabın da öyle olacağından korkarak elime alışım ve sonra sağlam olduğunu görünce yaşadığım mutluluk hala pırıl pırıl duruyor aklımda. Hatta yanlış hatırlamıyorsam o gün Görg. de John Fowles'un Büyücü'sünü almıştı. Hem de bende olan ve neredeyse 20 senelik baskısını. Sonrasında eski evdeki mavi odada, kırmızı koltuğun üzerinde dünyayla ilişkimi keserek kitabı okuyuşum da hafızamda aynı derece net. Murakami'nin muhteşem bir yazar olması bir yana, kitabın kahramanının yaşadığı günlerin benimkilerle inanılmaz örtüşmesi terapi gibi gelmişti bana. İyi bir yazarla ilk kez tanışmanın tadı o çok hasta olduğunuz kişiyle ilk öpüşmenin tadına benziyor bence. Benim Murakami ile tanışmam ise benim açımdan eşi benzeri bulunmaz bir ilk öpücük tadında olmuştu.

Bu ilk tanışmanın üzerinden geçen dört senede Murakami'in 5 kitabı daha yayınlandı Türkçe olarak. Her bir kitabı elime ilk alışımda aynı heyecanı yaşadım. beni hiç bir zaman hayal kırıklığına uğratmadı. Türkçe olarak yayınlanan son kitabı Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu'nu almak için D&R'ın web sitesine girdiğimde önceden haberim olmayan bir kitabıyla karşılaştım: What I Talk About When I Talk About Running.

Murakami'nin bir yazar ve koşucu olarak kendini anlattığı bu kitabı okumaya başlamam ise biraz zaman aldı. Aldığım ilk kitap, benim yerim senin yanın değil diyerek kendi yerini buldu. Sonra kitabı ikinci kez aldım. Ama bu defa da Haşlanmış Harikalar Diyarı sen sıranı bekle diyerek okumamı geciktirdi. Ben de bu sayede bu kitabı gerçekten okumam gereken zamanda okumayı başardım - buradan kitap tanrılarına saygılarımı sunuyorum.-



Kitabı okumak, uzun zamandır kafamda dönüp duran düşüncelerin toparlanmasını ve kendim hakkında çok önemli bir şeyi fark etmemi sağladı. Murakami koşmaktan, yazmaktan, ikisine de 30 yaşlarında başladığından, hem beden zihinsel olarak kendi sınırlarına yaptığı yolculuklardan bahsettikçe kendime döndüm ve şunu fark ettim: Son 32 yıldır zihnime yatırım yapıyorum, zihnimin sınırları ve becerileri hakkında oldukça iyi bir fikre sahibim. Ancak boynumdan aşağıda olan biten hakkında neredeyse hiç bir fikrim yok! Eğer zihin beden birlikteliği, ilişkisi, bağlantısı gibi bir şey varsa bu dünyada, bende ondan zerre kadar bile yok!

Bu farkındalık beni hemen aksiyon almaya yönlendirdi elbette. 20'li yaşlarını her sarhoş olduğunda nerede olduğuna aldırmadan koşarak geçiren ve koşmanın dans etmeye en yakın fiziksel aktivite olduğunu düşünen bir insan olarak koşmak istiyordum zaten. Ama nedense bir türlü harekete geçemiyordum. Sanırım sonunda ihtiyacım olan iteklenmeyi buldum ve işte evet bugün koşmaya başlıyorum. Hem de kırkbeşbin tane işimin arasında. Biraz heyecanlıyım, oldukça da tedirginim, ama isteğim tedirginliğime ağır basıyor.

Geçen haftamı A Complete İdiot's Guide for Running'i okuyarak geçirdim. Dün öğle yemeğinde yüzdüm, kendime güvenimin yerine gelmesi için. Bugün de kitapta yer alan koşuya başlama programının ilk ayağı olan 10 dakika yürü 10 dakika koş-yürü, 10 dakika yürü reçetesini uygulayacağım.

Koşmaya başlamak için kendime iki hedef belirledim. İlki Temmuz sonunda İngiltere'ye gittiğimde orada koşmak, ikincisi ise Bengi ile koşmak - ilk kitabın yeri onun yanı olmuştu -. Belli mi olur belki seneye bu zamanlar Bozcaada yarı maratonunu koşarız!
Evet, uzun süredir yazmıyor olabilirim. Ama inanın bu arayı boş geçirmedim. Bir ton anime, dizi izledim, kitap okudum. Kitaplar ayrı bir post'un konusu, anime ve dizilere izlenme sırasıyla buyrun efenim:



Mitchiko e Hatchin, kurgusal bir Güney Amerika ülkesinde geçen son derece leziz bir anime. Muhteşem müziklerini Brezilyalı Alexandre Kassin'in yaptığı 22 bölümlük seri, evlatlık verildiği evde korkunç günler yaşayan ve bir gün birinin gelip onu bulması hayaliyle yaşayan Hana ile hapishaneden kaçarak son derece karizmatik bir şekilde Hana'nın hayatına giren Mitchiko'nun hikayesini anlatıyor. İkili ülkeyi baştan başa gezerek Hatchin'in babası ve Mitchiko'nun sevgilisi olan Hiroshi Morenos'un izini sürüyorlar. Kurgusu, öyküsü, aksiyon sahneleri ile beni hop diye içine alıveren anime, mutlu çocukluk günlerini hatırlatır gibi Cowboy Bebop'ı hatırlatıyor. Ayrıca gördüğüm en güzel kadın kahramana sahip, net. İzleyin bence leziz.



Fairy Tail, sihrin marangozluk gibi bir meslek olduğu bir dünyada geçiyor. Bu dünyada sihirbazlar loncalar oluşturuyorlar ve bu loncalar aracılığıyla görevler alıyorlar. Esas kızımsı karakterimiz Lucy (Luşi) Hearfilia alemin en kral loncası, yıkıcılığı ve güçlü sihirbazlarıyla ünlü Fairy Tail'e katılmak istiyor ve bu esnada Natsu Igneel isimli bir ateş sihirbazıyla tanışıyor. Luşi hanım kızımın loncaya katılmasının ardından dar alınlı sihirbaz azmanı Erza Scarlet ve teşhirci buz sihirbazı Gray Fullbuster ile bir ekip kuran bu ikili maceradan maceraya koşuyorlar. 48 bölüm süren ilk sezon kendini izletse de çok hasta olduğumu söyleyemeyeceğim. Özellikle Natsu karakteri ile Naruto ve İchigo arasındaki benzerlikler, e ama ben bunun aslını seyrettim hissi uyandırıyor insanda. Yine de öylesine izlenebilir.


Seikimatsu Occult Gakuin'i Fenerbahçe'nin şampiyonluk maçını oynadığı gün, pek sevgili mafizimin evi terkedip Kadıköy semalarında uçmaya gidişini fırsat bilip izledim. 13 bölümlük bir gecede izlenebilecek bir anime Occult Gakuin, çok boş vaktiniz varsa neden olmasın? Serinin ana karakteri Maya, babasının ölümün ardından müdürlüğünü yaptığı, esrarengiz ve doğaüstü olayların incelendiği Waldstein Akademisine gelir. Etrafta sürekli gizemli olaylar dönmektedir. Gökyüzünden inen çıplak bir adam sayesinde işler iyice çığrından çıkar. Evet ümit vadeden bir ilk bölüm özeti. Ancak ben prensip olarak başta karakterlerin sürekli aynı kıyafeti -hele bir de Maya'giydiği gibi çirkinse- animelere karşıyım - naruto hariç, çünkü yani sonuçta o naruto değil mi?-. Kıyafet konusunu aşsak bile bilim kurgu mu yoksa korku mu yoksa ne belli olmayan kafası karışık bir durum var seikimatsu occult gakuin'de. Yine de bir kaç inanılmaz güzel sahnenin hatırına -söyleyip sürprizini kaçırmayayım- izlenebilir diye düşünüyorum.

Elbette sadece vurdulu kırdılı shonen animeler seyretmedim. İçimdeki romantik damarı kurutmamak için Oguri Shun yeni bir jdrama çekene kadar kore dramalarına yelken açtım. Dream High ile başladığım Kore dizileri maceramın ikinci ayağı My Princess oldu. Kendi halinde bir tarih öğrencisi olan Lee Seol ve diplomat Park Hae Young'ın tesadüf eseri başlayan arkadaşlıkları -cidden arkadaş manasında- Lee Seol'un Kore Monarşisinin hayatta kalan tek varisi olduğunun ve Park Hae Young'ın büyükbabasının bütün mal varlığını ona bırakmak istemesiyle değişir. Lee Seol'un prenses olmasını engellemeye çalışan Park Hae Young ile ne olduğunu şaşıran Lee Seol arasında bir yakınlaşma başlar ve olaylar gelişir. Aslında sonu çok öngörülebilir bir hikaye evet ama bence koreliler bu romantik komedi işini çözmüşler. Çok tatlı ve eğlenceli bir diziydi. Bir saat beş dakikalık 16 bölüm nasıl bitti anlamadım. Romantiği gelen arkadaşlara tavsiye ederim.

Geçen sene bir Burcu-Batu ziyareti sonrasında -Avustralya semalarına selam ederim- izlemeye başlamıştık Arakawa Under The Brigde'i. Mafizimle birlikte seyrediyorduk ancak sonra kaldı. Geçtiğimiz haftalarda ben tek başıma da olsa geri dönmeye karar verdim kendisine. Çok süper 7 bölümden sonra 8. bölümün bozuk çıkması nedeniyle devamını şimdilik getiremedim ancak mutlaka bitireceğim. Konusuna gelince: Aile mottosu "Hayatta kimseye asla borçlu kalmayacaksın" olan İchinomiya Kou, kendini Arakawa nehrinde bir köprünün altında yaşayan Nino'ya korkunç bir şekilde borçlanmış halde bulur. Nino'nun borcun ödenmesi için istediği tek bir şey vardır, Kou'nun sevgilisi olması. Böylece Kou recruit adını alarak, köprünün altında birbirinden tuhaf tiplerle birlikte yaşamaya başlar. Burdan çok belli olmuyor olabilir ama gerçekten çok komik bir anime. Herkese tavsiye ederim.

Evet, gelelim son dizimize. Bu diziyi en son seyretmeseydim de en son yazmak isterdim sanıyorum. Uzun zamandır seyrettiğim en tatlı, en komik, en romantik dizilerden biriydi Personal Taste. Charlotte hanım kızımızla birlikte önemli sahnelerde bize şarkı söyleten, tezahürat yaptıran ve duygudan duyguya koşturan bir dizi oldu kendisi. Konusunu falan anlatmıyorum, romantiğiniz geldiyse gidin direk izleyin. O kadar diyorum ben size.
Efendim, herkese iyi haftalar. İlk seslenişimin muhatabı, ekranlardan tanıdığımız ünlü bir isim. Herhalde yıl 2000 falan olsa gerek o dönem birlikte çok vakit geçirdiğim sayko hanım ile birlikte vapurla Kadıköy'e geçerken görüp 2,5 saniye kadar gözgöze geldiğim bu kişi ile yaklaşık 3-4 saat sonra İstiklal caddesinde (insan oğlu kuş misali) ve o gecede Yılan Hikayesi isimli dizide tekrar karşılaşmıştım. Sonradan herkesin Okan Yalabık olarak tanıyacağı bu nevi şahsına münhasır zat, zamanla pek çok hatun kişinin hasta olduğu bir oyuncu haline geldi. Ama ben onu görüp beğendiğimde (dünya ahret kardeşim olsun ehe) aşağı yukarı şöyle görünüyordu:

Son günlerde muhteşem yüzyıl adlı dizide Kanuni'nin kankası Pargalı İbrahim paşa kişisini adeta bir obi-wan kenobi edasıyla oynuyor. Büzülmüş dudaklar kaş altından ciddi bakış falan, bunlar hoş şeyler.


Sevgili Okan Yalabık buradan sana sesleniyorum! Gerek Star Wars tavırlarının gerekse 10 sene önce vapurdaki 2,5 saniyenin hatırına bir şey demeyeyim diyorum ama artık dayanamayacağım. Lütfen, lütfen ama lütfen Kanuni'nin yanında çatır çatır aksansız Türkçe konuşup, Kanuni arkasını döner dönmez gayri müslim aksanı ile -hem de abartılı ve fazlaca tipik bir versiyonu ile- konuşmaya başlama. Kalbimi kırıyorsun. Belki de yönetmen istiyordur bilemiyorum elbette, kendi halinde bir araştırma görevlisiyim ben, oyunculuk-dizi, bunlar beni aşar. Eğer öyleyse adını bilmediğim yönetmenine bu arzu halimi iletirsen sevinirim. Saygılar sunuyorum.

Evet. Yani sonuçta ben de insanım, Türkiye'de yaşıyorum. Sadece mangayla animeyle, araştırmayla hafızayla geçmiyor ömrüm, annemlere yemeğe gidiyor ve Muhteşem Yüzyıl seyretmek zorunda bırakılıyorum. Bunlar önemli şeyler.

İkinci seslenişim bugüne kadar beni pek çok farklı sevinç ve heyecana gark etmiş bir yayın evine geliyor. O ki, Dunbar'ın kitabını Türkçe'ye çevirdi, o ki Türkiye'de popüler bilim yayıncılığına yeni bir tat, bir doku getirdi, o ki bana edge.org'u tanıttı. Evet, bildiniz o ki ntv yayınları. Son zamanda ağzım sulanarak okuduğum ve gözlerimde mutluluk yaşlarıyla kütüphaneme yerleştirdiğim pek çok kitaba sahip olmamı sağladığı için gönül borcum var, çok ağır konuşmak istemiyorum.

Sevgili ntv yayınları, lütfen, senden çok rica ediyorum, çevirilere biraz daha özen göster. Cümle bozuklukları falan çok sorun değil. Ama örneğin Dunbar'ın "Şu hayatta kaç arkadaş lazım?" kitabında öyle hatalar var ki, okuyucuların yanlış bilgi edinmelerine sebep oluyor, üstelik konu üzerinde önceden bilgi sahibi değillerse benim gibi, bu durumun farkına varmak gibi bir şansları asla yok. Bence seçtiğin muhteşem kitaplar daha fazla özen görmeyi hak ediyorlar. Ayrıca yüce Ntv yayınları, aklıma süper bir fikir geldi, eminim sen de seveceksin: Sen bana çıkan kitaplarından birer tane gönder, ben de onları okuyup buradan tanıtımlarını yapayım, ne dersin? Bence çok iyi bir fikir, bir düşün derim.
Guernica / Noam Chomsky: My Reaction to Osama bin Laden’s Death

Sanırım bir cumartesi gecesi, bu kadar şaraptan sonra -terra cota rose, şirince böğürtlen, muscat vs vs.- başka türlü bir post beklenmemeli bir kişiden. Şarap eşliğimde dinlediğimiz müzikler ve bugün havadaki koku beni bir sene önceki bir akşam üstüne götürdü. Geçtiğimiz haziran ayında yüce insan ve muhteşem hoca Tekcan sayesinde gitme şansına sahip olduğum Danimarka ülkemizin Eskişehir tadındaki şehri Aarhus şehrinde geçirdiğim akşam üstlerine gittim birden bire. İnanılmaz derece pahalı oluşu - bir kahve bir çörek 10 euro civarı- ve sürekli aç oluşum -e tabi o kadar para verip doğru düzgün bir şey yiyemiyorduk- dışında çok abuk bir özelliği işe kafama kazındıysa eğer Aarhus - Hafıza'nın Olimpos dağında tırmanıp hafıza tanrıları ile geçirdiğim saatler dışında elbet-, o da her akşam konuşmalar bittikten sonra odaya dönüp, duş alıp saçlarımın kurumasını bekleyerek otelin önünde yukarıda gördüğünüz tiyatronun yan kapısında oturup müzik dinlediğim anlar olarak kayıtlara geçmeli.

Dünyalar şahanesi Sennheiser kulaklığımı takıp, sarjı şaibeli ipodumla tiyatronun önündeki meydanı izleyerek hala benim için pek kıymetli 4-5 şarkıyı dinleyerek geçirdiğim dakikalar her şeyi kafama kazıdığım, her anın tadını damağımda hissederek hafızama kazıdığım anlardı. Günün çok geç bittiği, ama herkesin kendi gününü erken bitirdiği bir kentte, her gün bir Nişantaşı pazarı gibiydi. Bomboş, ışıklı ve tuhaf bir huzura sahip. Boş sokakları ve tek tük insanları seyrederken kulaklarımda Editors'dan Racing Rats, When anger Shows ve End has a start, Bloc Party'den This Modern Love, She wants Revenge'den Monologue çalıyor olurdu ve ben kuzey gökyüzünün saat on olmasına rağmen kendine has tuhaf bir aydınlığı olan rengine kıpırdayan ama bir yere akamayan bir ritim duygusuyla garip bir içimde patladı yahu duygusuyla bakar dururdum.

Temmuz'da One Love Fest'e geliyor Editors, daha ılıman bir iklimde canlı dinleyeceğim bu sefer - Rock'n Coke'da izleyip bunlar da kim ya deyişimden de farklı olacak bu kez, çünkü artık biliyorum onlar kim ve pek çok şarkısında pek çok anı biriktirdim-. Ondan önce de Interpol 1 haziran'da Küçük Çiftlik Parkı'na geliyor - geçen sene ilk gençlik yıllarımın grubu Crannberries'i dinlediğim yere-. Beklerim efenim, ben orada pek fazla keyf ve feyz alıyor olacağım.

Bir cumartesi akşamı, pokerde kaybetmiş olmanın ve üstüste pek fazla sevdiğim şarkı dinlemiş olmanın vermiş olduğu lakaytlıkla, saygılar.

Gitmeden hemen önce:


It creeps all over you like a dull ache
Think of all the things your hands could make
It pulls you to the ground like soaking wet gloves
The change in your face when anger shows

In that moment you realize that
Something you thought would always be there
Will die like everything else

These thoughts I must not think of
Dreams I can't make sense of
I need you to tell me it's okay

These thoughts I must not think of
Dreams I can't make sense of
I need you to tell me it's okay

You are a sleeping lion in your bed
I will not wake you
You're the moment, love has passed
We all must learn to hate you

You're a memory from before
Please, don't let me forget you
You're the wolves at my door

In that moment you realize that
Something you thought would always be there
Will die like everything else

These thoughts I must not think of
Dreams I can't make sense of
I need you to tell me it's okay
[ From: http://www.elyrics.net/read/e/editors-lyrics/when-anger-shows-lyrics.html ]

These thoughts I must not think of
Dreams I can't make sense of
I need you to tell me it's okay

How can you know what things are worth
If your hands won't move to do a day's work?
How can you know what things are worth
If your hands won't move to do a day's work?

How can you know what things are worth
If your hands won't move to do a day's work?
How can you know what things are worth
If your hands won't move to do a day's work?

How can you know what things are worth
If your hands won't move to do a day's work?
How can you know what things are worth
If your hands won't move to do a day's work?

How can you know?
(How can you know?)
(How can you know?)
How can you know?
(How can you know?)
How can you know?
(How can you know?)

These thoughts I must not think of
Dreams I can't make sense of
I need you to tell me it's okay

These thoughts I must not think of
Dreams I can't make sense of
I just need you to tell me it's okay

bence bu kafayla, bir cumartesi akşamı kimseden daha fazlası beklenmemeli. Saygılarımla.
Dün akşam yorgun gözlerle kitabımı elime aldım, itiraf etmeliyim ki başta biraz isteksizdim. Ama sonra okumaya başladığımda her zaman olan şey oldu ve kendimi bu bölüm ne kadar da kısaymış diye söylenirken buldum.

Önce 2. bölümün son kısmına bir göz attım, bilgilerimi tazelemek için ve bölümün son cümlesini ilk okumada kaçırmış olduğumu fark ettim. Halbuki ne kadar da güçlü bir cümleymiş:
"Sen sadece bir görün. Senin görünmenle düşman, rüzgardaki bir saman çöpü gibi dağılıverir."
Sanırım bu cümle o dönem ve o bölgede sanatın, özellikle de resmin hangi amaçla kullanıldığını mükemmel şekilde özetliyor.

Sonra üçüncü bölümü okumaya başladım. Sanırım bu bölüm benim için en şaşırtıcı bölüm oldu. Bunun bir kaç sebebi var. İlki Gombrich'in bu bölümde gerçekten heyecan duyarak yazdığını hissettim. "Girit sanatının sevinçli devinimi". Tanımlamaya bakar mısınız? İnsanın aklına ilkbahar geliyor.

İkinci sebebim, daha önce bahsettiğim ve beni çok etkileyen bir şeyden bahsediyor olması. Yunan sanatçıların yeni bir sanat anlayışına doğru ilerlerken yaptıkları en önemli şey "eski reçeteleri izleyecek yerde, kendi gözleriyle bakmaya karar vermeleri". çok basit bir şeymiş gibi görünüyor değil mi? Tıpkı Kopenrik'in dünyanın evrenin merkezi olduğu reçetesini bir kenara bırakıp ölümsüzleşmesi gibi. Ama burada çok daha şaşırtıcı bir durum söz konusu. Bu binlerce yıl önce ölmüş isimsiz insanlar bir ayağın önden görünümünü çizme cesareti göstererek - dikkatinizi çekerim bir ayak - korkunç bir dönüşüm gerçekleştiriyorlar! Ve sanat artık bilinen sanat olmaktan geri dönülemez bir şekilde çıkıyor.

Üçüncü sebebim ise kendi adıma büyük bir şok yaşamam. 32 senelik hayatımda bir kere bile aklıma yunan heykelerinin renkli olabilecekleri gelmedi. Hep onları soğuk, beyaz, inanılmaz ve biraz da aristokrat şeyler olarak gördüm. Ama bir kere bile onların renkli, değerli taşlarla süslenmiş, canlı şeyler olabileceklerini düşünmedim. Ama nasıl düşünebilirdim ki, eserlerin kendilerini geçtim, yapıldıkları çağlarda geçen filmlerde bile bizim bildiğimiz halleriyle temsil ediliyorlar. Dünden beri bu renkli heykel fikrine alışmaya çalışıyorum, henüz başarılı olduğum söylenemez. Biz onları anamızın ak sütü gibi bilirken, onlar aslında böyle görünüyorlarmış:


Bu bölüm sanat dışında bana her zamanki gibi çok kendime dair bir şeyler söyledi. Eğer gerçekten bir yerlere varmak istiyorsam reçetelerden kurtulup her şeye yeni gözerle bakmalıyım ve Miron gibi kurallara sadık, ama kurallar arasında özgür olmalıyım. Bilim ve sanat çok fazla yerde dokunuyorlar birbirlerine ve ben buna bayılıyorum.

Uzun zamandır bu konudan bahsetmiyorum ama bu hiç anime, jdroma izlemediğim ya da manga okumadığım anlamına gelmiyor pek sevgili ve tatlı okur. Bundan yaklaşık bir iki sene önce, an itibariyle Avustralya semalarına selam çakan tahin pekmez kişi burcu sayesinde tanıştığım Nodame Cantabile'nin seyretmediğim bir özel bölümünün çıktığını öğrenince diziyi baştan seyretmeye karar verdim. Dizi bittikten sonra izleme miktarım beni kesinlikle kesmeyince, mangayı baştan okumaya karar verdim. Manga da bitince bu kadar izleyp okumuşken bir de animeyi seyredeyim dedim ve yaklaşık 3 haftalık bir nodame maratonu yarattım kendime - ve bunun her saniyesinden zevk aldım.

Tomoko Ninomiya tarafından çizilen ve 2001-2009 yılları arasında Kiss'de yayınlanan Nodame Cantabile, 2004 yılında en iyi shojo manga ödülünü almış. İki konservatuar öğrencisinin ilişkisini eğlenceli ve romantik ilişkisi anlatan manga, piyano öğrencisi Megumi Noda'nın - Nodame kızımız oluyor kendisi -, özünde orkestra şefi olmak isteyen ancak piyano bölümünde okuyan ve okuldaki bütün kızların hasta olduğu Chiaki Shinchi isimli yakışıklı şeyi kapısının önünde sızmış bir şekilde bulmasıyla başlıyor. Sonrasında olaylar birbirinden leziz farklı karakterlerin olay örgüsüne dahil olmasıyla gelişiyor.

Bence Nodame'nin en güzel yanlarından biri esas kız ve esas oğlan arasındaki ilişki şekillenirken her bir karakterin - o kadar esas olmayan kızlar ve oğlanlar da dahil olmak üzere - seri boyunca yaşadıkları değişimlerin son derece doğal bir şekilde bize sunulması. Okurken-izlerken, insan kendini yakın arkadaşlarının yıllara yayılan büyüme ve olgunlaşma serüvenleri seyrediyor gibi hissediyor. Üstelik karakterler, tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi şaşırtıcı yönlere doğru ilerliyorlar ve bunu izlemek insana çok büyük keyif veriyor.

Pek şahane ve leziz konusu, karakterleri ve olay örgüsünün yanı sıra, Nodame'nin manga ve anime uyarlamalarının da çok leziz ve başarılı olması ayrı süperliği. Burada başarıdan kastım hem konu olarak tutarlılık, hem dizideki oyuncuların manga ve animedeki karakterlere olan benzerliği hem de manga da geçen müziklerin anime ve dizide çok harika ve yerli yerinde, çoğu zaman zenginleştirilerek kullanılmış olması. Debussy'den Ravel'e, Rachmaninov'dan Mozart'a pek çok ünlü bestecinin parçaları anime ve dizi boyunca görünmez bir başka ana karakter gibi salınıp duruyor ve her şeyi birbirine bağlıyor.

Şimdi burada sadece son cümlede müziklere değinmem çok tuhaf oldu, zira bu postu yazmaya başlama sebebim, özünde Maurice Ravel hakkında bir post yazmak istemem; nereden başlasam diye düşünürken, Ravel'i tekrar gündemime getirdiği için Nodame'den bahsetmeye karar vermemdi. Neyse ne yapalım, Ravel'i de başka bir postta anlatırım.


Boolean araştırma yöntemi internette araştırma yaparken kullanabileceğimiz ve işimizi kolaylaştıran bazı kelimeler ve harfleri nasıl kullanacağımızı anlatıyor.

AND – Terimlerin arasına AND koymak her iki terimi de içeren belgelerin getirilmesini sağlıyor.

OR – Terimlerin arasına OR koymak, terimlerden birini ya da iki terimi birden içeren belgeler getirilmesini sağlıyor. Bu yöntem eş anlamlı ya da birbirine alternatif olan terimlerle ilgili araştırma yaparken yardımcı oluyor..

NOT – Terimlerin arasına NOT koymak, yazdığınız ilk terimi içeren ancak yazdığınız ikinci terimi içermeyen belgelerin getirilmesini sağlıyor. Örneğin Kurtuluş hakkında araştırma yapmak istiyorsunuz ancak karşınıza sürekli Kurtuluş Savaşı ile ilgili sayfalar çıkıyor. Kurtuluş NOT Savaşı yazdığını zaman bu sayfaların gelmesini engelleyebiliyorsunuz.

W/n – Terimlerin arasına w/n koymak birinci terimin ikinci terime göre n sayıda kelime arasında olduğu belgelere ulaşmanızı sağlıyor. ahmet w/24 mehmet dediğiniz zaman bu iki kelimenin birbirinden 24 kelimeden uzak olmadığı belgelere ulaşıyorsunuz. Burada önemli bir nokta var n değeri 127'i geçemiyor.

F/n – Terimlerin arasına f/n koymak ilk ve ikinci terimin arasına n sayıda kelime koymanıza yarıyor. Bu yöntemde ilk terim ikinci terimi n sayıda kelime arkasından izliyor. ahmet f/2 mehmet dediğiniz zaman, bu iki terimin mehmet/kelime/kelime/ahmet şeklinde bulunduğu dökümanlar karışınıza geliyor.

P/n – Terimlerin arasına p/n koymak ilk ve ikinci terimin arasına n sayıda kelime koymanıza yarıyor.Burada ilk terim ikinci terimden n sayıda kelime önce gelmek zorunda. ahmet f/2 mehmet dediğiniz zaman, bu iki terimin ahmet/kelime/kelime/mehmet şeklinde bulunduğu dökümanlar karışınıza geliyor.

W/sen – Terimlerin arasına w/sen koymak, ilk terimin ikinci terime göre 20 kelimelik bir aralıkta bulunmasını sağlıyor.

W/par – erimlerin arasına w/par koymak, ilk terimin ikinci terime göre 80 kelimelik bir aralıkta bulunmasını sağlıyor.

Sanatın Öyküsü'nün ikinci bölümünü okuduktan sonra damağımda kalan tat birinci bölüm ile aynı oldu. objeler - burada sanat objeleri- ve onlara yüklediğimiz anlamlar. Hayat şartlarının inanılmaz zor olduğu çağlarda bu şaşırtıcı bir durum değil aslında. Bir şeyin yapılmasına bu kadar zaman ve emek harcanıyorsa bu "şey" her ne ise bir amaca hizmet etmek zorunda. Ya tarih öncesi resimlerde olduğu gibi avcının avı üzerinde büyük bir güç sahibi olmasına ya da bir firavunun sonsuz yaşama kavuşmasına. Sanatı icra eden kişilere verilen isim bile bunu açıkça gösteriyor: "Heykelci sözcüğü o zaman 'yaşamı koruyan kişi' ile eş anlama geliyordu" diyor Gombrich. Mısırda yapıtların amacı çok net, yaşamı korumak. Bu nedenle herşeyin en olduğu haliyle gösterilmesi gerekiyor. Her şey, ağaçlar, kuşlar, balıklar, vücut parçaları en karakteristik haliyle gösteriliyor. Sanatçılar model olarak hafızalarını kullanıyorlar. Resmedilen obje hafızada ne şekilde temsil ediliyorsa o şekilde yansıyor duvarlara, papirüslere.

BU bilgiyle bakıldığı zaman o dönemin resimlerine, bir insanın iki tane sol ayağı varmış gibi görünmesi, yüzünün profilden ama gözünün önden görünüyor gibi çizilmesi çok anlamlı ve doğru geliyor insana.

Bir düşününce o dönemin mısırlı sanatçıları hafıza hakkında son elli yılda öğrendiğimiz pek çok şeyi çözmüşler ve hatta bazı teorilere kaynak olmuşlar gibi geliyor bana.

Ayrıca sanatın öyküsünü okurken belginlik kelimesiyle karşılaştım. Sonra pek sevgili Deniz'imin bir postu aklıma geldi ve sözlükten arattım. Türk Dil Kurumu'nun Büyük Türkçe sözlüğüne göre düşüncelerin tam bir açıklık ve kolaylıkla anlatılma niteliği demekmiş. belgin de fikri titizcesine bir tamlıkla anlatan (söz, ifade) anlamına geliyormuş.

Kelimenin anlamı iki yere dokundu içimde. İlki Belgin Doruk'la ilgiliydi. İsminin anlamı ve seçtiği mesleğin amacının uyumu çok hoşuma gitti. Sonra düşündüm, isimleri sadece ait oldukları kişilere bağlıyoruz genelde. Anlamlarının içini boşaltıyoruz. Ama durup bir "bu kelime ne anlama geliyor" diye düşününce, ismi isim olarak değil de, bir kelime olarak ele alınca, her şey farklı bir renge bürünüyor sanki, isim de kişi de.

Belginlik kelimesinin dokunduğu ikinci yer ise çok daha kişisel. Bu blogun amacını, belki hayatımın amacını tanımlıyor bu kelime. Şu ana kadar bu kelimeyi bilmiyor olmam, bu kelimeyle tam da şimdi karşılaşmam kadar şaşırtıcı geliyor bana.
Dün gece sanatın öyküsünün ilk bölümünü okudum. Bugün sanat olarak sınıflandırdığımız objelerin ilk yapıldıkları anda işlevsellikleri ve güçleri üzerinden değerlendiriliyor olmaları çok hoşuma gitti. Aslında mantıklı olan o tabii ama düne kadar mağara resimlerini düşündüğümde bunu tamamen "ilkel" sanatsal amaçlarla yapan insanlar geliyormuş aklıma.

mağara resimleri derken özellikle hayvan resimlerinden söz ediyoruz. Gombrich bu resimleri özellikle avcıların, bu hayvanları yakından tanıyan ve üzerlerinde güç sahibi olmak isteyen insanların yaptığını söylüyor.



Kitapta kullanılan resme bakarken bir şey dikkatimi çekti. Giriş bölümünde Gombrich resim ve sanatta gerçeği yansıtmayı sanatsallığın bir ölçütü olarak kabul etme/etmeme meselesini tartışırken koşan at resmi örneğini vermişti. Fotoğrafın icadına kadar koşan atlar aşağıdaki gibi resmediliyordu:



fotoğraf icat edildikten sonra hareket halindeki bir atın fotoğrafı çekildi ve aslında atların böyle hareket ettiği görüldü:



bu üç resme baktığımda dikkatimi çeken şey ise şu: Tarih öncesi, "ilkel" insanlar atın koşmasını 100 yıl önceki ressamlardan daha doğru bir şekilde resmediyorlarmış!
Sanatın Öyküsü'nün giriş bölümünü okurken gördüğüm resimlerden beni en çok etkileyen Caravaggio'nun "Aziz Matta ve Melek" resmi oldu.

Caravaggio'dan 1600 dolaylarında Aziz Matta'yı vahiyleri yazarken betimleyen bir resim yapması ve vahiylerin tanrısal özelliğini vurgulamak için de, resimde ilham kaynağı bir melek olması istenmiş. Caravaggio, Aziz Matta’yı, kaba saba, yapmakta olduğu vahiy yazma işinden hayli tedirgin, elindeki koca kitabı zorlukla tutan sıradan bir adam, meleği de küçük bir çocuğa ya da bir öğrenciye yol göstermeye ya da onu sakinleştirmeye çalışır gibi elini Aziz Matta'nın koluna koymuş bir şekilde resmetmiş. Elbette ortalık birbirine girmiş. Kutsal ve ilahi olanın "sıradan" olana dönüştürülmesi dönemin insanları tarafından kabul edilemez bulunmuş ve hayatından endişe eden Caravaggio halkın ve kilisenin beklentilerine uygun bir resim yapmak zorunda kalmış.

Aşağıda iki resim de bulunuyor:





Bu iki resme baktığım zaman ilkinin gücü ve gerçekliğinin yanında ikincisinin suya sabuna dokunmaz hali çok sönük kalıyor benim için. Kişisel beğenimin ötesinde başka bir şey daha var bu iki resim de bana seslenen. İlk resme baktığım zaman, yaptığı işi büyük harfle görmeyen, taze bir gözle bakan ve tamamen kendi bakış açısını yaptığı işe yansıtan bir adam görüyorum ben. İkinci resimde ise bütün bunlar tersine dönmüş. Birşeylerden sürekli büyük harflerle bahseden bir takım insanlar, çimenler yeşil, gökyüzü mavi diye bağırmışlar ve sonuç güzel olmasına güzel ama (bence) sıradan bir resim olmuş.

İşte ben de böyle işler yapmak istiyorum hayatta. Kendi bakış açımı yansıtan ve yeni bir şeyler söyleyen makaleler yazmak, söylemek istediğim neyse onu söylemek istiyorum. Çok yapılabilir gibi geliyor insana. Ancak önce büyük harflerimden kurtulmam gerekiyor sanırım. Yapabilirim diyorum, ne dersin?

Kabul ediyorum, İstanbul metrosuna alışmam oldukça zaman aldı. Son bir-bir buçuk seneye kadar metro yerine taksi ya da otobüs kullanmayı tercih ettim. Bu durumu da tamamen metro alışkanlığını edindiğim yerin Paris olmasına bağlıyorum. Evet Paris'e gittim Metroya bindim, üstelik alışkanlık kazanacak kadar uzun koskoca 38 gün! Fransa vizesini almaya çalışırken bana Fransa'da ne kadar kalacaksınız diye soran vize görevlisine 38 gün diye cıvıldamam ve adamın bana yazıııkk bakışları nedeniyle gün sayısını unutmuyorum. Yine de o tepkinin vize almamda oldukça etkili olduğuna inanıyorum, o ayrı.

Bakar mısınız, ne kadar gencim! Yanımda duran minik velet, kuzenim Massis, şimdi dana kadar oldu, üniversiteye gidiyor. Hey gidi hey. İşte 21 yaşının baharında heyecanlı ve hep bir fransız lisesinde okumayı hayal etmiş ama bir alman okulunda okumuş biri olan bendeniz, oradaki akraba bağlantılarımı kullanarak -canım amcam- paris-marsilya-paris üçgeninde bir 38 gün geçirdim. Bu 38 günün çoğu Paris kazan ben kepçe, Paris sokaklarında yürüyerek, metroyla oradan oraya savrularak geçti. Fotoğraftan anlaşılmasa da, o dönem bayağı uzun olan saçlarımı savurarak, bit pazarından aldığım kıyafetlerin içinde, seinne nehrinin yanındaki sahaflardan aldığım ikinci kitapları Paris parklarında okumak suretiyle kendi kafamda çektiğim romantik bir sanat filminin başrol oyunculuğunu yaptım günlerce. Şimdi geçmişe dönüp bakınca -"ah yazııkkk pek de şaşkınmışım" diyorum kendime. Tabi bunu demek şu konuda bir merak da doğuruyor içimde; acaba bir 11 sene sonra da bu günkü halime bakıp aynı cümleyi kuracak mıyım?

Neyse efendim işte bu Paris gezisinde şehrin uzak yerlerine çabuk gitmek için kullandığım için metro kavramı bende bu şekilde yerleşti. "Metro daha çok yurtdışındayken, şehir içinde uzak yerlere çabuk gitmek için kullanılacak bir araçtır" Yani Kurtuluş'ta oturan bendenizin Taksim'e gitmek için metro kullanması abes bir durumdur. İşte bu bakış açısını bırakıp "aa bitakka yaaaaa iyimiş bu metro" noktasına ancak son 1-1,5 senede gelebildim. Ama olsun, bu da bir başarı, hiç olmayabilirdi de değil mi?

Bu sabah metroda gelirken düşündüklerimi yazacaktım aslında. Sonra düşündüm onları zaten diye canım istemedi, düşündüklerimi an be an aktarmayı tercih ettim. Ama illa onlar neydi diye soracak olursanız, "liste" başlıklı postumdaki ergenken yaptığım salaklıklar listesi, size iyi bir ipucu verebilir. Oradaki kıyafetleri alın, yerine hoşlanılan erkekleri koyun. Tamam süper oldu.

Mıncık eder, saygı sunarım.

Çok mutluyum! Evet, dün gazeteden haberini almıştım ancak, yine de içimde bir şüphe bir gerginlik bekliyordum. Çünkü gazetede çıkmasına rağmen blogum hala açılmıyordu. Uzun süre ara verdikten sonra ilk yazımı yazmak için araştırmalara giriştiğim gün bloglar kapatıldı. Bunu blog tanrıları tarafından ihmalkarlığım nedeniyle bana verilmiş bir ceza olarak gördüm ben de. Öyle ya bir aydan fazla bir süredir sesim soluğum çıkmıyordu ve bazı izleyicilerimden kızgınlık dolu mailler almaya başlamıştım (eheh çok karizmatik oldu böyle yazınca). Sadık bir blog okuru olarak sevdiğim bloglar sık güncellenmediğinde hissettiğim şeyleri başkalarına hissettiriyor olmam blog tanrılarını feci gıcık etmiş olmalıydı. Onlarda o yüzden bana yeniden blog yazmak için dayanılmaz bir istek, ama bu isteği gerçekleştirememem için açılmayan bir blog vererek intikamlarını almak istemişlerdi.

Neyse ki onlar intikam isteklerini çabuk doyurdular ve digiturk de üyeliğimi iptal ettirmeme gerek kalmadan aklını başına aldı ve tam doğumgünümde blogların açıldığı haberini aldım (bu arada yine tam doğumgünümde çok acayip bir başka haber daha aldım ama bunu henüz paylaşma cesaretini gösteremeyeceğim sanırım). Sevgili blog tanrıları, bana verdiğiniz bu doğumgünü hediyesinin kıymetini bileceğim ve blogumu bir daha bu kadar uzun süre ihmal etmeyeceğim, söz!

Dün doğumgünümdü, yukarıda da bahsettiğim gibi. Yukarıdaki karikatür geçen seneki parti davetiyemde vardı sanırım. Yaşlanmak konusundaki hislerimi son derece açık bir biçimde yansıttığı için çok seviyorum. Artık dana kadar olmuş biri olarak, size şu kadarını söyleyebilirim: Her sene kendimi daha hafiflemiş, yüklerinden kurtulmuş ve daha bütünleşmiş bir insan gibi hissediyorum. Eskinin büyük dertleri şimdi biraz komik ve hayatın küçük anları daha da kıymetli. Yaşlanmayı seviyorum - birde kırışık meselesi olmasa.

işte böyle efendim, ben de blogum da döndük, emrinize amadeyiz!
Daha önce Tim Gunn'ın kadınlar için hazırladığı 10 parçalık olmazsa olmaz kıyafetler listesinden söz etmiştim. O listenin kendi versiyonumu hazırladığım gün hazırladığım ve nedense sizlerle paylaşmayı geciktirdiğim erkek versiyonun da sıra. Ama öncelikle uyarayım benim 10 parçalık listem böyle görünen erkeklerden çok:
Böyle görünen erkekler için (orlando'cuğum, selam ederim):
Tim Gunn benim gibi özverili davranıp erkekler için bir liste hazırlamamış, o nedenle elinizde yalnızca benim bu konudaki derin içgörü ve üstün zevkim var. Buyrun buradan yakın:
1. Siyah Gömlek: Kısa kollusu, uzun kollusu farketmez, azıcık dar kesimli olsun yeter. Sizin için siyah gömlek, bizim için siyah elbise neyse o arkadaşlar. Takımın içine giyin karizmatik olsun, kotun üstüne giyin karizmatik olun, şortun üstüne giyin karizmatik olun, olun da olun yani. Karizmatiklik baki, tek ayar yapılması gereken konu şıklık derecesi, onu da yan aksesuarlar sizin için halledecek.
2. Depresyon hırkası: Şimdi biz kızlar -en azından çoğumuz- Kurt Cobain'in üstünde gördüğümüzden beri bu hırkalara hasta oluyoruz. Biz kendi depresyon hırkalarımızı depresyonumuzun için kaybolmak için giyiyoruz belki, ama lütfen siz depresyon hırkanızı bizim için giyin. Aşağıda bir depresyon hırkasının ulaşabileceği son noktayı sizlerle paylaşıyorum:

3. Karizmatik kot pantolon: Şimdi nasıl oluyor derseniz, en karizmatik kot pantolon beden şeklinize en uygun pantolon derim size. Darı bolu fark etmez. Nasıl olmaması gerektiği hakkında çok önemli bir takım uyarılarım var. Bir kere kesinlikle üzerinde zımba, ataç, raptiye tadında abukluklar olmamalı. Paçaları yerlerde sürünmekten yırtık pırtık olmamalı. Son olarak da kesinlikle ama kesinlikle, garip garip yerleri çeşitli kimyasallara açılıp tuhaf parlak bir renge büründürülmüş olmamalı. Lütfen, çok rica ediyorum. Lütfen.
4. Renkli fermuarlı: Karizmatik pantolonunuzu giydiniz, siyah gömleği çektiniz ve depresyon hırkası modunda değilsiniz. İmdadınıza sıkıcı olma ihtimali olan her kıyafeti renklendirecek, renkli fermuarlılar yetişiyor. Adidas'ın Jack'n Jones'un, ne bileyim ben, aklınıza gelecek her mağazanın bu süferli ürünler için ayrılmış bir kısmı var. Burada önemli nokta yakışan renkler seçmek, ergen lise öğrencileri gibi kocaman bol şeyler değil de, daha bir üstünüze omuzlarınıza oturan kesimler tercih etmek ve önemlisi öyle dümdüz tek renkli şeyler yerine bir esprisi olan fermuarlılara yönelmek. Bir deneyin, farkı göreceksiniz.
5. Janjanlı spor ayakkabı: Bütün bu yukarıda saydığım kıyafetlerin altına sivri burunlu (ay daha kötüsü, sivri burunlu başlayıp, yarıda kesilerek küte dönüşen burunlu) deri ayakkabı giyecek haliniz yok herhalde. Markalar çeşitli, modeller çeşitli, tarzlar çeşitli.Hangisini seçeceğiniz size kalmış. Ancak burada da asla yapılmaması gereken şeyler var. Öncelikle burada spor ayakkabı kavramından söz ediyoruz tamam ama asla spor yapmak için tasarlanmış ayakkabılardan söz etmiyoruz. Daha rahat olabilirler, daha sağlıklı olabilirler, kabul ediyorum. Ama kesinlikle pantolonun altına uygun değiller. Siz onları koşarken, coşarken giyin, bize istediğimiz düzgün şehir için karizmatik kullanım için tasarlanmış ayakkabıları verin. Biz sizin için topuklu giyiyoruz hem, karşılaştırma bile kabul etmez.
6. Eğlenceli çorap: Evet, belki bunu beklemiyordunuz ama çoraplar çok mühim. Bu kıyafetlerin altına, lastikleri bozulmuş, parmağı delinmiş, rengi kırarmış baba çorabı olmaz. Piyasada erkekler için tasarlanmış inanılmaz güzellikte çoraplar var. O yüzden bahane istemiyorum.
7. Takım elbise: Evet biliyorum, bunu size Tim Gunn da söylerdi, benim söylememe çok ihtiyacınız yok. Ama bu takım elbisenin önemli olduğu gerçeğini değiştirmez. Takım elbise seçerken lütfen, kolay kırışmayacak ve leke göstermeyecek bir kumaş seçin. Siz de ben de biliyoruz ki, bakımına ve temizliğine pek ilgi göstermeyecek, eve gelince çıkarıp oraya buraya atacaksınız. Bu pratik meseleyi halletiysek, takım elbise konusundaki diğer önemli hususlardan söz edelim. Öncelikle, bedeninize uygun olsun, büyük ya da küçük bedenler takım elbisede çok belli ediyor kendini, olmuyor hiç. Sonralıkla, aynı renk kemer ve ayakkabıyla tamamlanmalı, ve kravatı da dam üstündeki saksağanın beline kazmayı vurmamalı. Yani demem o ki, bordo ayakkabı, siyah kemer olmaz, üzerinde civcivler olan kravatlar her ortama uymaz.
8. Kaşkol: Burada renk, desen, cıvıklık seçimi tamamen size kalmış. Sıcak tutan yararlı aksesuarlar olmalarının yanı sıra, göze oldukça hoş da görünüyorlar. Tavsiye ediyorum.
9. Kadife ceket: Yine renk size kalmış ama ben yeşil, siyah, gri, koyu kahverengi, lacivert gibi renkleri öneririm. Burada yine bele oturan bir kesim seçmeniz yararınıza olacak. Boynunuza da uyumlu bir atkı taktınız mı, Tuna Kireöitçi bile tutamaz sizi. Şaka şaka, valla yakışıklı olursunuz.
10. Dizleri çıkmamış eşofman altı: Bu madde sokak modasına hitap etmiyor biliyorum. Ama şu anda bir kadınla birlikte yaşayan, ya da gelecekte yaşamayı düşünen bütün erkekler, sizlere sesleniyorum. Ev kıyafeti rahatlığına aldanıp, dizleri üçgen duran, rengi solmuş, poposu delinmiş, paçaları büzüşmüş ve kısalıp genleşmiş eşofman altları giymeyin. İşportada tanesi 5 lira. Baktınız, sünüyor, şekilsizleşiyor, hemen yenisi ile değiştirin. Siz nasıl bizi güzel ve hoş görmek istiyorsanız, biz de sizi yakışıklı ve bakımlı görmek istiyoruz.


Erkeklere nacizane önerilerde bulunduğum, kadınlara ise bir takım über yakışıklı erkek fotoğrafları sunduğum postumun sonuna gelirken bir kaç muhteşem erkek daha göstermek istiyorum sizlere. Buyrun efendim, iyi cumalar.





Merhaba pek sevgili blog okurlarım, yeni bir kızımız ne iş yapıyor bölümüyle daha karşınızdayım. Aslında bugün anlatacağım konu benim doğrudan üzerinde çalıştığım bir konu değil, ama yine de bellek ile ilgili ve pek de eğlenceli. Bir de üstüne sizin katılımınızı gerektiriyor.
Konunun geri kalanına geçmeden önce size bir sorum var: Hatırladığınız ilk anınız nedir? Şöyle bir düşünün ve gidebildiğiniz kadar geriye gidin. Zorlayın biraz kendinizi. Buldunuz mu? Tamam, şimdi bu olay kaç yaşınız da oldu, bir de onu bulmaya çalışın. Oldu mu? Harika.

Benim hatırladığım ilk anım şahane bir insan olan abime dair. Eski evimizin balkonundayız, ben yerde oturuyorum ve aşağıya bakıyorum, aşağıda abim bir sürü çocuğun arasında kafasını kaldırmış bana bakıyor, üstüne kukuletalı bir palto var. Kendi bacaklarımı görüyorum, boğum boğum bebek bacakları, kafamı arkaya çeviriyorum ve sırtımı dayadığım annemin bacaklarını ve dizlerindeki eteğinin uçlarını görüyorum. Bu kadar. Diğer bir anımda ise adadaki evdeyiz, babam yanımda uyuyor, odada turuncu bir ışık var, fitilli kadife bir pike var yumuşak. Babamı orada uyur halde bırakıp, yataktan sürüne yuvarlana aşağı iniyorum. Bu anım da bu kadar. Bu iki olayın da tahmini gerçekleşme yaşı iki. Yaşın neden önemli olduğuna az sonra değineceğim (Bu arada isterseniz ilk anılarınızı yorumlar kısmında paylaşabilirsiniz, pek zevkli olur okuması)

Yukarıda gördüğünüz tablo, yaşam boyu otobiyografik anıların nasıl dağıldını gösteriyor. Türkçe anlatmak gerekirse, ilk baştaki boşluk, çocukluk amnezisi olarak geçen, insanların genelde 4 yaşından geriye gidemediklerini ve bu dönemden anı hatırlayamadıklarını -ki bugün ilgi göstereceğimiz bölge orası-, sonrasında gelen bömçük, anı tümseği, insanların kabaca 10-30 yaş arası dönemden daha çok anı hatırladıklarını -ki nedenleri uzun ve ayrı bir yazının konusu-, sonda yer alan artış, yani yakınlık ise, yakın zamanda yaşadıkları olayları daha iyi hatırladıklarını gösteriyor -ki bunun pek bir açıklamaya ihtiyaç duyduğunu sanmıyorum-.
Çocukluk Amenizisi insanların hayatlarının ilk 4 yılından -ortalama bir sayı bu elbette- çok az miktarda anı hatırlayabilmelerine deniyor. Bu konuda çalışanların kullandığı iki temel yöntem var. İlki, benim de az önce size yaptığım gibi insanlara doğrudan ilk anılarını sormak. Diğer yöntem ise insanlara bir anahtar kelime verip, bu kelimenin hatırlattığı anılara ve olayın gerçekleştiği yaşa bakmak. Bu alanda yapılan çalışmalar olayın türünün ve katılımcının içinde yaşadığı kültürün ve cinsiyetin en erken anı yaşında bir etkisi olduğunu gösteriyorlar. Örneğin, aileden birinin ölümü, hastaneye yatmak, kardeş doğumu gibi olaylar daha erken yaşlarda olsalar bile hatırlanabiliyorlar. Asyalılar, Amerikalılara göre daha geç yaşlardan anılar hatırlarken, kadınlar erkeklere göre daha erken yaşlardan anı çağırabiliyorlar -burada da ödün vermiyoruz yani kızlar-

Peki hanımlar beyler, soruyorum sizlere, neden hepimizde hayatımızın ilk 3-4 senesi kayıp? Bununla ilgili çok çeşitli açıklamalar var. Ben sizinle sadece 4 tanesini paylaşacağım.

Bu açıklamalardan ilki psikoloji denilince herkesin aklına gelen ilk isim olan Sigmund Freud'dan geliyor. Freud'a göre bu yaşlarda gerçekleşen psikoseksüel gelişim süresince çocuklar pek çok travmatik olaylar yaşıyorlar ve bunları bastırmaya çalışıyorlar. Bu arada kurunun yanında yaş da yanıyor ve ne var ne yoksa bastırıp unutuyorlar. Freud'un teorilerine çok aşina biri değilim ama sanırım burada söylemek istediğini şöyle bir örnekle açıklayabilirim: Babasına son derece kıl olan erkek çocuk, parkta babasının annesine sarılmasından ve annesini kum havuzunda yalnız bırakmasından son derece travmatize olur ve bu nedenle ne bulursa hafızasının derinliklerine iter.

İkinci açıklama ise nörolojik gelişim ile ilgili. Bu açıklamaya göre hafızamızın var olmasını ve işlemesini sağlayan en önemli iki beyin bölgesi, hippokampüs ve prefrontal korteks, üç yaşımıza kadar tam olarak gelişmedikleri için, uzun süreli bellek ve otobiyografik bellek de oluşamıyorlar. Başka bir deyişle çocuk halimizden uzun süreli beklemekle, birinden şipşak fotoğraf makinesiyle uzun metrajlı film çekmesini beklemek arasında pek bir fark yok.

Burada bahsedeceğim son yaklaşım ise, çocukluk amnezisini dil gelişimiyle açıklıyor. bu açıklamaya göre, bu yaşlarda henüz tam olarak gelişmemiş olan dil becerileriyle çocuklar yaşadıkları olayları, kafaları dil bazlı çalışan yetişkin hallerinin anlayabileceği şekilde kodlayamıyorlar. Yani diyorlarki, Çocukken parkta kum havuzunda oynayışımızı, agu-agu-fuş-fuş-rın-rın-gugili şeklinde kodlayıp, sonra yetişkin halinizle bu anılara ulaşmayı ya da anlam vermeyi bekleyemezsiniz.

Çocukluk amnezisini açıklamaya çalışan başka yaklaşımlar arasında, bilişsel gelişim ve sosyo-kültürel yaklaşımları da sayılmalı. Ama buraya yazarak durumu karıştırmak istemiyorum daha fazla. Merak ederseniz sorun bana, ayrıntılı yazarım başka bir postta.

Bir kaç gündür kafamda masa lambaları üzerine bir post yazmak vardı. Masa lambalarını düşünürken aklım kaçınılmaz bir şekilde çocukluğumuzun akşam üstlerini tek başına bir diktatör misali yönetmiş, güzel türkçemize logoyu kullanma isteğinden olsa gerek, yalan rüzgarı olarak çevrilmiş diziye kaydı.
Amerika'da 1973'de gösterime giren dizi halen devam ediyor. Türkiye'de ise şaaşalı günleri daha çok benim kuşağımın çocukluğunda kaldı. En son bir bölümünü seyredeli herhalde 15 yıl oluyordur. Buna rağmen bazı olaylar ve görüntüler zihnimde son derece canlı. Kafamda kalan yalan rüzgarı olaylarına bir göz atalım:

1. Ashley ve Viktor arasında bir ilişki vardı. Viktor Niki ile evliydi. Viktorya isminde mini sapsarı bir kızları vardı (sonra bir bölümde büyüyüp tabak suratlı kazulet bir kızıla dönüştü). Ashley Viktor'dan hamile kalıp bi şekilde bebeğini kaybetmişti. Bu aşk üçgeninde nedense kadınlarda bir Ashley tarafı tutma eğilimi vardı, yuva yıkan kadın olduğu halde. Onun o munis bakışları, yumuşak tavırları ve bence bir de üstüne kahverengi saçları, erkeğimi kaptıran diyen çirkefcene ve de sarışın Nikki'den daha özdeşleşilebilir geliyordu sanırım.
2. Bu Ashley'nin bir de Traci diye yazık bir kız kardeşi vardı, sarışın, böyle şişman, ezik, ne güzel ne çirkin bir insan evladı. Onun da çok yakışıklı (ona göre tabi) ve kaslı bir kocası vardı, yanlış hatırlamıyorsam Brad, bu Brad kişisi güzel ve fettan Lauren tarafından taciz ve de baştan çıkarma hamlelerine maruz bırakılıyordu. Bu üçgen de ise bütün kadınlar Traci'nin tarafını tutuyordu. Lauren'da Paul isimli sarışın kanca burunlu bir dedektifle birlikteydi yanılmıyorsam.
3. Victor'un Jack Abbot isimli ezeli bir düşmanı vardı. Jack'i başta çok çirkin bir adam oynuyordu, sonra daha sempatik ve yakışıklı bir adam geldi, o kadar nefret etmemeye başladık kendisinden. Bu Jack bir ara Nikki ile evlenmişti hatta, sürekli antin kuntin işler peşindeydi. Babasının karısıyla birlikte olmuştu (ki kendisi Jill Foster, ona da az sonra gelicem)
4. Jack, Ashley ve Traci'nin babaları olan John Abbot, Jabbot kozmetik şirketinin başındaki isimdi. Memi isminde bir yardımcıları vardı (sonradan bir aşk yaşandı galiba aralarında). Jill ile iki kere evlendi, iki kere aldatıldı. Tonton tatlı bir adamdı, onu da eskiden başka biri oynuyordu, ama eski ve yeni oyuncular birbirlerine o kadar benziyorlardı ki pek anlaşılmadı. Memi demişken, bir de bu Abbot ailesinin "kahvaltı istemiyorum memi, sadece kahve ve portakal suyu alacağım" diye bir tribi vardı, senelerce merak ettim, çocuğum tabi kahvaltıyı o şekilde pas geçme iznim yok. Sonra denedim bir gün, o kadar matah bir kombinasyon değilmiş, burdan sizlere sesleniyorum Abbot ailesi, efendi gibi edin kahvaltınızı!
5. Jill, ah Jill... Ne kadar muhteşem ve şahane bir kötü kadındın sen. Manikürcü iken Phillip Chancelor'ı ayartıp ondan bir çocuk yapmak suretiyle, ölüm döşeğinde evlenmiştin adamla. Yılların kırışık oyuncu Katherine'nin baş düşmanıydın sen. JohnAbbot ile evliyken, Jack Abbot'la yatmıştın sen. Entrikalar kraliçesiydin. Kalın dudaklarına parlak kırmızı rüjlar sürerek girdiğin her ortamda fırtına gibi eserdin. Sonra ne oldu? Gittiler seni sünepe tuhaf bir oyuncu ile değiştirdiler, o amazon halinden eser kalmadı. Yalan rüzgarı defteri benim için senden sonra kapandı. Şimdi soruyorum size, yukarıdaki kadın mı inandırıcı kötülükte, aşağıdaki mi yoksa?


Neyse efendim, bütün bu entrika dolu bölümler, aşk, şehvet dolu sahneler, ölen karakterler (sonra mutlaka ölmüş gibi yaptığını anladığımız karakterler), aldatanlar ve aldatılanlar arasında bu insanların işleri vardı ve çalışıyorlardı. Sarı ışıklı, kahverengi mobilyalı ve yeşil döşemeli odalarda iş toplantıları yapılıyordu. Bu odalardaki büyük ve parlak çalışma masalarının üzerinde ise hep (sonradan Viktor newman lambası olarak bilinecek olan) aynı masa lambası duruyordu:

Sonradan adının bankacı lambası olduğunu öğrendiğim bu lambalar uzun süredir alınacaklar listemde üst sırada yer alıyorlar. Ama bu lambalardan önce şu masalardan almam gerekiyor:

lambalar konusunda diğer bir takıntım ise Tiffany lambalar. Tiffany'de kahvaltıdan tamamen bağımsız bir takıntı bu, bir dönem okuduğum pek çok kitapta karşıma çıktıkları (tiffany lambasının ışığında öyleyken böyle görünüyordu...) ve o dönem neye benzediklerini anlamamın bir yolu olmadığı için kafamda giderek büyümüş ve güzelleşmiş lambalardı bunlar. Sonra bir şekilde öğrendim neye benzediklerini, kafamdaki kadar güzel olmasalarda, çok güzellerdi. Ve ben şu kırmızı koltuğuma oturup, tiffany lambamın ışığında kitap okuyacağım günleri bekliyorum. Çakma olsa da olur, Tiffany olması şart değil.


Masa lambalarına neden taktığıma gelince...(karizmatik bir üç nokta) Bugünlerde gerçekten disiplinli ve düzenli bir şekilde çalışmaya çalışıyorum. Özellikle okulda konsantrasyonumu ve motivasyonumu kaybetmeye çok müsait olduğum için bu, her gün ayrı bir mücadele anlamına geliyor. Bu savaşta elimi daha da güçlendirmek için kullandığım bazı araçlar var.
1. Dünyayla ilişkimi kesmek için kulaklıklarım
2. İşe yararlık hissi için kahve
3. Alanımı sınırlamak için masa lambası.

Masa lambasının sarı ışığının düştüğü belirli bir alan var. Etrafına göre daha parlak ve sınırlara sahip olan bu bölge benim kendimi, kendime ait bir odada hissetmemi ve böylece dışarıdan gelen dikkat bölücü uyaranlara karşı daha kayıtsız olmamı sağlıyor. Yukarıda gördüğünüz hem evde kullandığım, hem de Onurumun mirası olan okulda kullandığım masa lambasının bir örneği. Ama ben 3 sene önce ikea'da gördüğümden beri buna sahip olmak istiyorum: