Sanırım bir cumartesi gecesi, bu kadar şaraptan sonra -terra cota rose, şirince böğürtlen, muscat vs vs.- başka türlü bir post beklenmemeli bir kişiden. Şarap eşliğimde dinlediğimiz müzikler ve bugün havadaki koku beni bir sene önceki bir akşam üstüne götürdü. Geçtiğimiz haziran ayında yüce insan ve muhteşem hoca Tekcan sayesinde gitme şansına sahip olduğum Danimarka ülkemizin Eskişehir tadındaki şehri Aarhus şehrinde geçirdiğim akşam üstlerine gittim birden bire. İnanılmaz derece pahalı oluşu - bir kahve bir çörek 10 euro civarı- ve sürekli aç oluşum -e tabi o kadar para verip doğru düzgün bir şey yiyemiyorduk- dışında çok abuk bir özelliği işe kafama kazındıysa eğer Aarhus - Hafıza'nın Olimpos dağında tırmanıp hafıza tanrıları ile geçirdiğim saatler dışında elbet-, o da her akşam konuşmalar bittikten sonra odaya dönüp, duş alıp saçlarımın kurumasını bekleyerek otelin önünde yukarıda gördüğünüz tiyatronun yan kapısında oturup müzik dinlediğim anlar olarak kayıtlara geçmeli.

Dünyalar şahanesi Sennheiser kulaklığımı takıp, sarjı şaibeli ipodumla tiyatronun önündeki meydanı izleyerek hala benim için pek kıymetli 4-5 şarkıyı dinleyerek geçirdiğim dakikalar her şeyi kafama kazıdığım, her anın tadını damağımda hissederek hafızama kazıdığım anlardı. Günün çok geç bittiği, ama herkesin kendi gününü erken bitirdiği bir kentte, her gün bir Nişantaşı pazarı gibiydi. Bomboş, ışıklı ve tuhaf bir huzura sahip. Boş sokakları ve tek tük insanları seyrederken kulaklarımda Editors'dan Racing Rats, When anger Shows ve End has a start, Bloc Party'den This Modern Love, She wants Revenge'den Monologue çalıyor olurdu ve ben kuzey gökyüzünün saat on olmasına rağmen kendine has tuhaf bir aydınlığı olan rengine kıpırdayan ama bir yere akamayan bir ritim duygusuyla garip bir içimde patladı yahu duygusuyla bakar dururdum.

Temmuz'da One Love Fest'e geliyor Editors, daha ılıman bir iklimde canlı dinleyeceğim bu sefer - Rock'n Coke'da izleyip bunlar da kim ya deyişimden de farklı olacak bu kez, çünkü artık biliyorum onlar kim ve pek çok şarkısında pek çok anı biriktirdim-. Ondan önce de Interpol 1 haziran'da Küçük Çiftlik Parkı'na geliyor - geçen sene ilk gençlik yıllarımın grubu Crannberries'i dinlediğim yere-. Beklerim efenim, ben orada pek fazla keyf ve feyz alıyor olacağım.

Bir cumartesi akşamı, pokerde kaybetmiş olmanın ve üstüste pek fazla sevdiğim şarkı dinlemiş olmanın vermiş olduğu lakaytlıkla, saygılar.

Gitmeden hemen önce:


It creeps all over you like a dull ache
Think of all the things your hands could make
It pulls you to the ground like soaking wet gloves
The change in your face when anger shows

In that moment you realize that
Something you thought would always be there
Will die like everything else

These thoughts I must not think of
Dreams I can't make sense of
I need you to tell me it's okay

These thoughts I must not think of
Dreams I can't make sense of
I need you to tell me it's okay

You are a sleeping lion in your bed
I will not wake you
You're the moment, love has passed
We all must learn to hate you

You're a memory from before
Please, don't let me forget you
You're the wolves at my door

In that moment you realize that
Something you thought would always be there
Will die like everything else

These thoughts I must not think of
Dreams I can't make sense of
I need you to tell me it's okay
[ From: http://www.elyrics.net/read/e/editors-lyrics/when-anger-shows-lyrics.html ]

These thoughts I must not think of
Dreams I can't make sense of
I need you to tell me it's okay

How can you know what things are worth
If your hands won't move to do a day's work?
How can you know what things are worth
If your hands won't move to do a day's work?

How can you know what things are worth
If your hands won't move to do a day's work?
How can you know what things are worth
If your hands won't move to do a day's work?

How can you know what things are worth
If your hands won't move to do a day's work?
How can you know what things are worth
If your hands won't move to do a day's work?

How can you know?
(How can you know?)
(How can you know?)
How can you know?
(How can you know?)
How can you know?
(How can you know?)

These thoughts I must not think of
Dreams I can't make sense of
I need you to tell me it's okay

These thoughts I must not think of
Dreams I can't make sense of
I just need you to tell me it's okay

bence bu kafayla, bir cumartesi akşamı kimseden daha fazlası beklenmemeli. Saygılarımla.
Dün akşam yorgun gözlerle kitabımı elime aldım, itiraf etmeliyim ki başta biraz isteksizdim. Ama sonra okumaya başladığımda her zaman olan şey oldu ve kendimi bu bölüm ne kadar da kısaymış diye söylenirken buldum.

Önce 2. bölümün son kısmına bir göz attım, bilgilerimi tazelemek için ve bölümün son cümlesini ilk okumada kaçırmış olduğumu fark ettim. Halbuki ne kadar da güçlü bir cümleymiş:
"Sen sadece bir görün. Senin görünmenle düşman, rüzgardaki bir saman çöpü gibi dağılıverir."
Sanırım bu cümle o dönem ve o bölgede sanatın, özellikle de resmin hangi amaçla kullanıldığını mükemmel şekilde özetliyor.

Sonra üçüncü bölümü okumaya başladım. Sanırım bu bölüm benim için en şaşırtıcı bölüm oldu. Bunun bir kaç sebebi var. İlki Gombrich'in bu bölümde gerçekten heyecan duyarak yazdığını hissettim. "Girit sanatının sevinçli devinimi". Tanımlamaya bakar mısınız? İnsanın aklına ilkbahar geliyor.

İkinci sebebim, daha önce bahsettiğim ve beni çok etkileyen bir şeyden bahsediyor olması. Yunan sanatçıların yeni bir sanat anlayışına doğru ilerlerken yaptıkları en önemli şey "eski reçeteleri izleyecek yerde, kendi gözleriyle bakmaya karar vermeleri". çok basit bir şeymiş gibi görünüyor değil mi? Tıpkı Kopenrik'in dünyanın evrenin merkezi olduğu reçetesini bir kenara bırakıp ölümsüzleşmesi gibi. Ama burada çok daha şaşırtıcı bir durum söz konusu. Bu binlerce yıl önce ölmüş isimsiz insanlar bir ayağın önden görünümünü çizme cesareti göstererek - dikkatinizi çekerim bir ayak - korkunç bir dönüşüm gerçekleştiriyorlar! Ve sanat artık bilinen sanat olmaktan geri dönülemez bir şekilde çıkıyor.

Üçüncü sebebim ise kendi adıma büyük bir şok yaşamam. 32 senelik hayatımda bir kere bile aklıma yunan heykelerinin renkli olabilecekleri gelmedi. Hep onları soğuk, beyaz, inanılmaz ve biraz da aristokrat şeyler olarak gördüm. Ama bir kere bile onların renkli, değerli taşlarla süslenmiş, canlı şeyler olabileceklerini düşünmedim. Ama nasıl düşünebilirdim ki, eserlerin kendilerini geçtim, yapıldıkları çağlarda geçen filmlerde bile bizim bildiğimiz halleriyle temsil ediliyorlar. Dünden beri bu renkli heykel fikrine alışmaya çalışıyorum, henüz başarılı olduğum söylenemez. Biz onları anamızın ak sütü gibi bilirken, onlar aslında böyle görünüyorlarmış:


Bu bölüm sanat dışında bana her zamanki gibi çok kendime dair bir şeyler söyledi. Eğer gerçekten bir yerlere varmak istiyorsam reçetelerden kurtulup her şeye yeni gözerle bakmalıyım ve Miron gibi kurallara sadık, ama kurallar arasında özgür olmalıyım. Bilim ve sanat çok fazla yerde dokunuyorlar birbirlerine ve ben buna bayılıyorum.

Uzun zamandır bu konudan bahsetmiyorum ama bu hiç anime, jdroma izlemediğim ya da manga okumadığım anlamına gelmiyor pek sevgili ve tatlı okur. Bundan yaklaşık bir iki sene önce, an itibariyle Avustralya semalarına selam çakan tahin pekmez kişi burcu sayesinde tanıştığım Nodame Cantabile'nin seyretmediğim bir özel bölümünün çıktığını öğrenince diziyi baştan seyretmeye karar verdim. Dizi bittikten sonra izleme miktarım beni kesinlikle kesmeyince, mangayı baştan okumaya karar verdim. Manga da bitince bu kadar izleyp okumuşken bir de animeyi seyredeyim dedim ve yaklaşık 3 haftalık bir nodame maratonu yarattım kendime - ve bunun her saniyesinden zevk aldım.

Tomoko Ninomiya tarafından çizilen ve 2001-2009 yılları arasında Kiss'de yayınlanan Nodame Cantabile, 2004 yılında en iyi shojo manga ödülünü almış. İki konservatuar öğrencisinin ilişkisini eğlenceli ve romantik ilişkisi anlatan manga, piyano öğrencisi Megumi Noda'nın - Nodame kızımız oluyor kendisi -, özünde orkestra şefi olmak isteyen ancak piyano bölümünde okuyan ve okuldaki bütün kızların hasta olduğu Chiaki Shinchi isimli yakışıklı şeyi kapısının önünde sızmış bir şekilde bulmasıyla başlıyor. Sonrasında olaylar birbirinden leziz farklı karakterlerin olay örgüsüne dahil olmasıyla gelişiyor.

Bence Nodame'nin en güzel yanlarından biri esas kız ve esas oğlan arasındaki ilişki şekillenirken her bir karakterin - o kadar esas olmayan kızlar ve oğlanlar da dahil olmak üzere - seri boyunca yaşadıkları değişimlerin son derece doğal bir şekilde bize sunulması. Okurken-izlerken, insan kendini yakın arkadaşlarının yıllara yayılan büyüme ve olgunlaşma serüvenleri seyrediyor gibi hissediyor. Üstelik karakterler, tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi şaşırtıcı yönlere doğru ilerliyorlar ve bunu izlemek insana çok büyük keyif veriyor.

Pek şahane ve leziz konusu, karakterleri ve olay örgüsünün yanı sıra, Nodame'nin manga ve anime uyarlamalarının da çok leziz ve başarılı olması ayrı süperliği. Burada başarıdan kastım hem konu olarak tutarlılık, hem dizideki oyuncuların manga ve animedeki karakterlere olan benzerliği hem de manga da geçen müziklerin anime ve dizide çok harika ve yerli yerinde, çoğu zaman zenginleştirilerek kullanılmış olması. Debussy'den Ravel'e, Rachmaninov'dan Mozart'a pek çok ünlü bestecinin parçaları anime ve dizi boyunca görünmez bir başka ana karakter gibi salınıp duruyor ve her şeyi birbirine bağlıyor.

Şimdi burada sadece son cümlede müziklere değinmem çok tuhaf oldu, zira bu postu yazmaya başlama sebebim, özünde Maurice Ravel hakkında bir post yazmak istemem; nereden başlasam diye düşünürken, Ravel'i tekrar gündemime getirdiği için Nodame'den bahsetmeye karar vermemdi. Neyse ne yapalım, Ravel'i de başka bir postta anlatırım.


Boolean araştırma yöntemi internette araştırma yaparken kullanabileceğimiz ve işimizi kolaylaştıran bazı kelimeler ve harfleri nasıl kullanacağımızı anlatıyor.

AND – Terimlerin arasına AND koymak her iki terimi de içeren belgelerin getirilmesini sağlıyor.

OR – Terimlerin arasına OR koymak, terimlerden birini ya da iki terimi birden içeren belgeler getirilmesini sağlıyor. Bu yöntem eş anlamlı ya da birbirine alternatif olan terimlerle ilgili araştırma yaparken yardımcı oluyor..

NOT – Terimlerin arasına NOT koymak, yazdığınız ilk terimi içeren ancak yazdığınız ikinci terimi içermeyen belgelerin getirilmesini sağlıyor. Örneğin Kurtuluş hakkında araştırma yapmak istiyorsunuz ancak karşınıza sürekli Kurtuluş Savaşı ile ilgili sayfalar çıkıyor. Kurtuluş NOT Savaşı yazdığını zaman bu sayfaların gelmesini engelleyebiliyorsunuz.

W/n – Terimlerin arasına w/n koymak birinci terimin ikinci terime göre n sayıda kelime arasında olduğu belgelere ulaşmanızı sağlıyor. ahmet w/24 mehmet dediğiniz zaman bu iki kelimenin birbirinden 24 kelimeden uzak olmadığı belgelere ulaşıyorsunuz. Burada önemli bir nokta var n değeri 127'i geçemiyor.

F/n – Terimlerin arasına f/n koymak ilk ve ikinci terimin arasına n sayıda kelime koymanıza yarıyor. Bu yöntemde ilk terim ikinci terimi n sayıda kelime arkasından izliyor. ahmet f/2 mehmet dediğiniz zaman, bu iki terimin mehmet/kelime/kelime/ahmet şeklinde bulunduğu dökümanlar karışınıza geliyor.

P/n – Terimlerin arasına p/n koymak ilk ve ikinci terimin arasına n sayıda kelime koymanıza yarıyor.Burada ilk terim ikinci terimden n sayıda kelime önce gelmek zorunda. ahmet f/2 mehmet dediğiniz zaman, bu iki terimin ahmet/kelime/kelime/mehmet şeklinde bulunduğu dökümanlar karışınıza geliyor.

W/sen – Terimlerin arasına w/sen koymak, ilk terimin ikinci terime göre 20 kelimelik bir aralıkta bulunmasını sağlıyor.

W/par – erimlerin arasına w/par koymak, ilk terimin ikinci terime göre 80 kelimelik bir aralıkta bulunmasını sağlıyor.

Sanatın Öyküsü'nün ikinci bölümünü okuduktan sonra damağımda kalan tat birinci bölüm ile aynı oldu. objeler - burada sanat objeleri- ve onlara yüklediğimiz anlamlar. Hayat şartlarının inanılmaz zor olduğu çağlarda bu şaşırtıcı bir durum değil aslında. Bir şeyin yapılmasına bu kadar zaman ve emek harcanıyorsa bu "şey" her ne ise bir amaca hizmet etmek zorunda. Ya tarih öncesi resimlerde olduğu gibi avcının avı üzerinde büyük bir güç sahibi olmasına ya da bir firavunun sonsuz yaşama kavuşmasına. Sanatı icra eden kişilere verilen isim bile bunu açıkça gösteriyor: "Heykelci sözcüğü o zaman 'yaşamı koruyan kişi' ile eş anlama geliyordu" diyor Gombrich. Mısırda yapıtların amacı çok net, yaşamı korumak. Bu nedenle herşeyin en olduğu haliyle gösterilmesi gerekiyor. Her şey, ağaçlar, kuşlar, balıklar, vücut parçaları en karakteristik haliyle gösteriliyor. Sanatçılar model olarak hafızalarını kullanıyorlar. Resmedilen obje hafızada ne şekilde temsil ediliyorsa o şekilde yansıyor duvarlara, papirüslere.

BU bilgiyle bakıldığı zaman o dönemin resimlerine, bir insanın iki tane sol ayağı varmış gibi görünmesi, yüzünün profilden ama gözünün önden görünüyor gibi çizilmesi çok anlamlı ve doğru geliyor insana.

Bir düşününce o dönemin mısırlı sanatçıları hafıza hakkında son elli yılda öğrendiğimiz pek çok şeyi çözmüşler ve hatta bazı teorilere kaynak olmuşlar gibi geliyor bana.

Ayrıca sanatın öyküsünü okurken belginlik kelimesiyle karşılaştım. Sonra pek sevgili Deniz'imin bir postu aklıma geldi ve sözlükten arattım. Türk Dil Kurumu'nun Büyük Türkçe sözlüğüne göre düşüncelerin tam bir açıklık ve kolaylıkla anlatılma niteliği demekmiş. belgin de fikri titizcesine bir tamlıkla anlatan (söz, ifade) anlamına geliyormuş.

Kelimenin anlamı iki yere dokundu içimde. İlki Belgin Doruk'la ilgiliydi. İsminin anlamı ve seçtiği mesleğin amacının uyumu çok hoşuma gitti. Sonra düşündüm, isimleri sadece ait oldukları kişilere bağlıyoruz genelde. Anlamlarının içini boşaltıyoruz. Ama durup bir "bu kelime ne anlama geliyor" diye düşününce, ismi isim olarak değil de, bir kelime olarak ele alınca, her şey farklı bir renge bürünüyor sanki, isim de kişi de.

Belginlik kelimesinin dokunduğu ikinci yer ise çok daha kişisel. Bu blogun amacını, belki hayatımın amacını tanımlıyor bu kelime. Şu ana kadar bu kelimeyi bilmiyor olmam, bu kelimeyle tam da şimdi karşılaşmam kadar şaşırtıcı geliyor bana.
Dün gece sanatın öyküsünün ilk bölümünü okudum. Bugün sanat olarak sınıflandırdığımız objelerin ilk yapıldıkları anda işlevsellikleri ve güçleri üzerinden değerlendiriliyor olmaları çok hoşuma gitti. Aslında mantıklı olan o tabii ama düne kadar mağara resimlerini düşündüğümde bunu tamamen "ilkel" sanatsal amaçlarla yapan insanlar geliyormuş aklıma.

mağara resimleri derken özellikle hayvan resimlerinden söz ediyoruz. Gombrich bu resimleri özellikle avcıların, bu hayvanları yakından tanıyan ve üzerlerinde güç sahibi olmak isteyen insanların yaptığını söylüyor.



Kitapta kullanılan resme bakarken bir şey dikkatimi çekti. Giriş bölümünde Gombrich resim ve sanatta gerçeği yansıtmayı sanatsallığın bir ölçütü olarak kabul etme/etmeme meselesini tartışırken koşan at resmi örneğini vermişti. Fotoğrafın icadına kadar koşan atlar aşağıdaki gibi resmediliyordu:



fotoğraf icat edildikten sonra hareket halindeki bir atın fotoğrafı çekildi ve aslında atların böyle hareket ettiği görüldü:



bu üç resme baktığımda dikkatimi çeken şey ise şu: Tarih öncesi, "ilkel" insanlar atın koşmasını 100 yıl önceki ressamlardan daha doğru bir şekilde resmediyorlarmış!
Sanatın Öyküsü'nün giriş bölümünü okurken gördüğüm resimlerden beni en çok etkileyen Caravaggio'nun "Aziz Matta ve Melek" resmi oldu.

Caravaggio'dan 1600 dolaylarında Aziz Matta'yı vahiyleri yazarken betimleyen bir resim yapması ve vahiylerin tanrısal özelliğini vurgulamak için de, resimde ilham kaynağı bir melek olması istenmiş. Caravaggio, Aziz Matta’yı, kaba saba, yapmakta olduğu vahiy yazma işinden hayli tedirgin, elindeki koca kitabı zorlukla tutan sıradan bir adam, meleği de küçük bir çocuğa ya da bir öğrenciye yol göstermeye ya da onu sakinleştirmeye çalışır gibi elini Aziz Matta'nın koluna koymuş bir şekilde resmetmiş. Elbette ortalık birbirine girmiş. Kutsal ve ilahi olanın "sıradan" olana dönüştürülmesi dönemin insanları tarafından kabul edilemez bulunmuş ve hayatından endişe eden Caravaggio halkın ve kilisenin beklentilerine uygun bir resim yapmak zorunda kalmış.

Aşağıda iki resim de bulunuyor:





Bu iki resme baktığım zaman ilkinin gücü ve gerçekliğinin yanında ikincisinin suya sabuna dokunmaz hali çok sönük kalıyor benim için. Kişisel beğenimin ötesinde başka bir şey daha var bu iki resim de bana seslenen. İlk resme baktığım zaman, yaptığı işi büyük harfle görmeyen, taze bir gözle bakan ve tamamen kendi bakış açısını yaptığı işe yansıtan bir adam görüyorum ben. İkinci resimde ise bütün bunlar tersine dönmüş. Birşeylerden sürekli büyük harflerle bahseden bir takım insanlar, çimenler yeşil, gökyüzü mavi diye bağırmışlar ve sonuç güzel olmasına güzel ama (bence) sıradan bir resim olmuş.

İşte ben de böyle işler yapmak istiyorum hayatta. Kendi bakış açımı yansıtan ve yeni bir şeyler söyleyen makaleler yazmak, söylemek istediğim neyse onu söylemek istiyorum. Çok yapılabilir gibi geliyor insana. Ancak önce büyük harflerimden kurtulmam gerekiyor sanırım. Yapabilirim diyorum, ne dersin?

Kabul ediyorum, İstanbul metrosuna alışmam oldukça zaman aldı. Son bir-bir buçuk seneye kadar metro yerine taksi ya da otobüs kullanmayı tercih ettim. Bu durumu da tamamen metro alışkanlığını edindiğim yerin Paris olmasına bağlıyorum. Evet Paris'e gittim Metroya bindim, üstelik alışkanlık kazanacak kadar uzun koskoca 38 gün! Fransa vizesini almaya çalışırken bana Fransa'da ne kadar kalacaksınız diye soran vize görevlisine 38 gün diye cıvıldamam ve adamın bana yazıııkk bakışları nedeniyle gün sayısını unutmuyorum. Yine de o tepkinin vize almamda oldukça etkili olduğuna inanıyorum, o ayrı.

Bakar mısınız, ne kadar gencim! Yanımda duran minik velet, kuzenim Massis, şimdi dana kadar oldu, üniversiteye gidiyor. Hey gidi hey. İşte 21 yaşının baharında heyecanlı ve hep bir fransız lisesinde okumayı hayal etmiş ama bir alman okulunda okumuş biri olan bendeniz, oradaki akraba bağlantılarımı kullanarak -canım amcam- paris-marsilya-paris üçgeninde bir 38 gün geçirdim. Bu 38 günün çoğu Paris kazan ben kepçe, Paris sokaklarında yürüyerek, metroyla oradan oraya savrularak geçti. Fotoğraftan anlaşılmasa da, o dönem bayağı uzun olan saçlarımı savurarak, bit pazarından aldığım kıyafetlerin içinde, seinne nehrinin yanındaki sahaflardan aldığım ikinci kitapları Paris parklarında okumak suretiyle kendi kafamda çektiğim romantik bir sanat filminin başrol oyunculuğunu yaptım günlerce. Şimdi geçmişe dönüp bakınca -"ah yazııkkk pek de şaşkınmışım" diyorum kendime. Tabi bunu demek şu konuda bir merak da doğuruyor içimde; acaba bir 11 sene sonra da bu günkü halime bakıp aynı cümleyi kuracak mıyım?

Neyse efendim işte bu Paris gezisinde şehrin uzak yerlerine çabuk gitmek için kullandığım için metro kavramı bende bu şekilde yerleşti. "Metro daha çok yurtdışındayken, şehir içinde uzak yerlere çabuk gitmek için kullanılacak bir araçtır" Yani Kurtuluş'ta oturan bendenizin Taksim'e gitmek için metro kullanması abes bir durumdur. İşte bu bakış açısını bırakıp "aa bitakka yaaaaa iyimiş bu metro" noktasına ancak son 1-1,5 senede gelebildim. Ama olsun, bu da bir başarı, hiç olmayabilirdi de değil mi?

Bu sabah metroda gelirken düşündüklerimi yazacaktım aslında. Sonra düşündüm onları zaten diye canım istemedi, düşündüklerimi an be an aktarmayı tercih ettim. Ama illa onlar neydi diye soracak olursanız, "liste" başlıklı postumdaki ergenken yaptığım salaklıklar listesi, size iyi bir ipucu verebilir. Oradaki kıyafetleri alın, yerine hoşlanılan erkekleri koyun. Tamam süper oldu.

Mıncık eder, saygı sunarım.