tag:blogger.com,1999:blog-85560229753249368892024-03-12T23:30:49.118-07:00C yazılır, Ç okunur.rothttp://www.blogger.com/profile/08089280514177342760noreply@blogger.comBlogger82125tag:blogger.com,1999:blog-8556022975324936889.post-23483937362994896622011-10-03T02:11:00.000-07:002011-10-03T02:12:26.599-07:00cogito ergo sumAslında bugünkü yazımın konusu çalıştığım alanın (otobiyografik bellek) temellerini atan Sir Francis Galton üzerine olacaktı ama, psikoloji tarihine bulaşacaksam, olayları toz ve gaz bulutu halinden ele almanın daha uygun olacağına karar verdim. Sonra dedim ki, şimdi antik yunan felsefesine girersem, çıkışım olmayacak o nedenle işe Descartes'dan başlamaya ve yüreğimin götürdüğü yere gitmeye karar verdim. Buyrunuz efendim:<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjt06eIjGP_4FcmHgH_4x18-r2JFiRcoSql_GgId0AkKEe8UulNG750Fz6iF7MXcIS0lhCmr_PWuCM0lMeBEcOiz8b8u-BHWpOkotkT7roKas4lP4IYiY4kEGAWm3agmdwfSpZi1FlVDWY/s1600/Descartes.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjt06eIjGP_4FcmHgH_4x18-r2JFiRcoSql_GgId0AkKEe8UulNG750Fz6iF7MXcIS0lhCmr_PWuCM0lMeBEcOiz8b8u-BHWpOkotkT7roKas4lP4IYiY4kEGAWm3agmdwfSpZi1FlVDWY/s320/Descartes.jpg" width="262" /></a></div>
<br />
1596-1650 yılları arasında yaşayan Rene Descartes, sınava en zor sorudan başlamış ve döneminde yüzyıllardır filozofları meşgul eden beden-ruh ilişkisine el atmıştır. Descartes'a göre ruh ve beden birbirleri üzerinde karşılıklı olarak etkileri bulunan iki farklı varlıktır. Beden hareketli, maddesel varlığı olan bir makinedir, ruh ise maddesel varlığa sahip değildir ve doğa kanunları ona işlemez. Bu iki farklı varlık, beyinde bulunan epifiz bezi (pineal gland) sayesinde iletişim kurarlar. Ruh sadece tek bir işlevden, düşünmeden sorumludur ve geri kalan bütün işlevler (üreme, algı, hareket vb.), bedenin yetki alanında yer alır. Bu görüşüyle Descartes, düşünürleri dikkatlerini ruh-beden probleminden alıp fiziksel-psikolojik dualizm üzerine yoğunlaştırmaya davet eden bir yaklaşım sunmuştur. Sadece metafizik analizlere anlaşılmaya çalışılan ruh, nesnel gözlemlerle incelenebilen akla dönüşmüştür.<br />
<br />
Descartes, ruhun iki tür fikre yol açtığını savunuyordu: türemiş (derived) ve doğuştan gelen (innate). Türemiş fikirler bir dış uyaranın doğrudan uygulanmasıyla ortaya çıkar (zil çaldığında tenefüse çıkacağınızı bilmeniz gibi) ve duyumsal deneyimlerin ürünleridir. Daha büyük öneme sahip doğuştan gelen bilgiler ise dış dünyada deneyimlediğimiz olay/nesneler tarafından oluşturulmamıştır. Tanrı, geometri aksiyomları, mükemmellik gibi fikirler doğuştan gelen fikirlere örnek olarak verilebilir. Descartes bu görüşüyle nativistik algı teorisine zemin hazırlamıştır.<br />
<br />
Descartes hakkında (bana göre elbette) ilginç bilgiler:
-1617'de gönüllü asker olmuştur ve Hollanda, Bavyera ve Macaristan ordularında görev yapmıştır.
-Saçlarının griye dönüşmesini engelleyebilecek teknikleri araştırmıştır.
-20 yılda 13 kasaba ve 24 farklı evde yaşamıştır.
-"İyi yaşayan, iyi gizlenendir" gibi bir düstura sahiptir. Ev adresini çok yakın bir arkadaşı dışında herkesten gizlemiştir.
- 1649 yılında İsveç Kraliçesi Christina'ya felsefe dersleri vermek üzere İsveç'e gitmiştir. Kraliçenin sabahları saat beşte, iyi ısıtılmayan bir kütüphanede yapılmasında ısrar ettiği derslere ancak 4 ay dayanabilmiş ve 11 Şubat 1650 yılında hayatını kaybetmiştir.
-Son olarak bence aşağıdaki resme son derece benzemektedir:<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgln2-5JTElnl8AEVt_o5uxSvSei-9vIFpn5a8loRPMy1okXTCoFpdX_aCXz-IBs-ARQ3IlKzsvUzlAMGQx6kL-07YqNB2a5IuHhK_8CgiIY-pIPMBJGBPhAlFJSho7AKJX3ucU5OX5Mqw/s1600/v-for-vendetta-2.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="214" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgln2-5JTElnl8AEVt_o5uxSvSei-9vIFpn5a8loRPMy1okXTCoFpdX_aCXz-IBs-ARQ3IlKzsvUzlAMGQx6kL-07YqNB2a5IuHhK_8CgiIY-pIPMBJGBPhAlFJSho7AKJX3ucU5OX5Mqw/s320/v-for-vendetta-2.jpg" width="320" /></a></div>
<i><br /></i><br />
Film hakkında ayrıntılı bilgiye <a href="http://bumacevdeizlenir.blogspot.com/2010/11/guy-fawkes-ve-5-kasm.html">buradan</a> ulaşabilirsiniz.<br />
<i><br /></i><br />
<i>Bu yazı hazırlanırken Duane ve Sydney Ellen Schultz'un Modern Psikoloji Tarihi kitabından ve Arda Denkel'in Zihin felfesi dersinden aklımda kalanlardan yararlanılmıştır. Kapsamlı olmaktan son derece uzak bir yazı olup, fikir vermek amacıyla yazılmıştır. Saygılar. </i><br />
<br />rothttp://www.blogger.com/profile/08089280514177342760noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-8556022975324936889.post-6521671360013640642011-07-19T07:43:00.001-07:002011-07-19T07:46:29.437-07:00sen, ben, biz ikimiz<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhm2B6B4V5uIDyWIBSK-dua5qs07fbMOOd9gbHySUuYMVxuLiZsUfLTaZnm44RTGZCamVSbsv7tJkC54s55ya0ZPJCmXQrwnrmHezUN_aR_d9pMp8QijX8iMgZXLVH9zGsf0A1z9jXnRO0/s1600/db.JPG"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 240px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhm2B6B4V5uIDyWIBSK-dua5qs07fbMOOd9gbHySUuYMVxuLiZsUfLTaZnm44RTGZCamVSbsv7tJkC54s55ya0ZPJCmXQrwnrmHezUN_aR_d9pMp8QijX8iMgZXLVH9zGsf0A1z9jXnRO0/s320/db.JPG" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5631074243410676066" /></a><br />Bugün senin doğum günün,<br /><br />nereden baksan benim için çok kutlu, çok mutlu bir gün. Bugün sayesinde ben, yanında olduğum gibi olabileceğim, yanında susabileceğim, somurtabileceğim, gülmekten çatlayabileceğim, ağlamaktan şişebileceğim, yani hayatın her tadını her rengini birlikte yaşayabileceğim çok muhteşem bir insana sahibim.<br /><br />19 temmuz çok kutlu, çok çok mutlu bir gün. Çünkü bugün bana dünyanın öbür yanında da olsa birlikte kahve için dertleşebileceğim, içip güzelleşebileceğim, planlar yapıp, o planları yerine getirip sonra da bozabileceğim (bu da bir lüks sonuçta :)), her zaman özleyeceğim ama hep de yanımda hissedeceğim, varlığıyla çoğalabildiğim ve yine varlığıyla kafamdaki sesleri azaltabildiğim, dünyada pek az insanın sahip olma şansına erişebildiği harika bir dost verdi. <br /><br />Bugün senin doğum günün, diğer günlerden daha mutlu bir gün, bugün sen dünyaya geldin ve dünyaya geldiğin günden beri insanların hayatlarına dokunup, onları güzelleştiriyorsun. Dünya üzerinde var olduğun sürenin çoğunda seni tanıdığım, seninle yaşadığım ve seninle güzelleştiğim için çok mutluyum.<br /><br />seni çok seviyorum, iyi ki doğmuşsun, iyi dostum olmuşsun.rothttp://www.blogger.com/profile/08089280514177342760noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8556022975324936889.post-83872842855922697452011-07-13T23:51:00.000-07:002011-07-14T01:36:53.685-07:00huzur-suzluk üzerine<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiPhBnqfVq3PliQmNwHWfQqxM_mREpVotfkkZgP2QcqYqCFSg1MjMldIrqxnlFGWkgjRN3Z8NLf7f0OAkMiXE7QJnOuBucVyuAo1uccECEPdCZhRB3V_q1i6xYrs6VjqhP8Ws5rDKNnrtY/s1600/dissociation.gif"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 281px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiPhBnqfVq3PliQmNwHWfQqxM_mREpVotfkkZgP2QcqYqCFSg1MjMldIrqxnlFGWkgjRN3Z8NLf7f0OAkMiXE7QJnOuBucVyuAo1uccECEPdCZhRB3V_q1i6xYrs6VjqhP8Ws5rDKNnrtY/s320/dissociation.gif" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5629098496372567682" /></a><br />Uzun zamandır yazamadım, yazmak istemediğimden değil, dünyayla iletişim yollarımı kaybettiğimden. Son bir kaç haftamı bir bulutun arkasında geçirdim. Neden diye sorarsanız, hem tam belli bir nedeni yok, hem de bir sürü nedeni var. <br /><br />Balık burcumun karanlık suları seven tarafı (bilimsel bir kişiyim evet) beni her zaman yoğun ve fazla insanlı geçen dönemlerden sonra bir süre inzivaya çekilmeye itmiştir. Kendimi eve kapattığım, pek kimseyle görüşmediğim, minimum iletişimle geçirdiğim bir hafta beni her zaman kendime getirmiştir. Ama bu sefer bunu yapamadım. Uzun süren yoğun bir dönemin ardından bünyede huzursuzluklar baş göstermeye başladığında 2 gün izin kullandım, ancak bu iki günü iş güç halletmek ve koşturmakla geçirmek zorunda kalınca hiç amacına hizmet etmedi, aksine daha da beter bir hale getirdi beni, çünkü daha uzun bir süre izin alamayacağım ve izole olamayacağım anlamına geliyordu bu durum. <br /><br />Ben de farkında olmadan normalde hızlandırılmış kurs gibi yaşadığım izolasyon dönemimi zamana yaydım. Son üç hafta nasıl geçti pek bir fikrim yok. Toplamda 133 bölüm kore dizisi seyretmişim, az önce hesapladım. Bu da 146.3 saat yani 6 tam gün boyunca dizi seyrettiğim anlamına geliyor. Biraz b.kunu çıkarmışım sanırım bu defa. Sürekli dizi seyretmek dışında, pek uyumadım, pek konuşmadım, pek bir şey yapmadım.<br /><br />Geçen hafta cuma günü görg.ümle buluşunca biraz olsun bulutun içinden çıkmaya başladım. Zaten onu göremiyor olmanın verdiği bir huzursuzluk da vardı bünyemde. Hep birlikte zaman geçirip hem de baca temizliği yapınca, dünyayla bağlantımı yavaş yavaş yeniden kurmaya başladım. Sonra bu sabah kalktım, saati hiç ertelemedim, duş aldım, lush ürünlerimle kokulandım. Servise yetiştim, kahve ve sandviç alıp odaya geldim. Bilgisayarı açtım ve günlerdir ilk defa canım haberleri okumak istedi. Günlerdir canım ilk defa kurgusal olmayan hayatlara dair bir şeyler okumak, görmek istedi. Kore dizisi seyretmeyi düşününce ilk defa için çekildi. Hatta girip internette bir şeyler araştırdım, haftalardır ilk defa çalışma müziğimi açtım. Yani anlayacağınız dünya dışına yaptığım yolculuktan sonunda döndüm. Yokluğum sırasında beni anlayışla bekleyen biricik mafizime buradan selam ederim :)rothttp://www.blogger.com/profile/08089280514177342760noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-8556022975324936889.post-73359035326715307292011-06-07T04:15:00.000-07:002011-06-07T05:24:30.135-07:00racing rats<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgNTJOCgLeA5mN5t0vo7F-6c8zVgqKyP920B84ylhP67iYR7ecYYrXFDYP555462jho6KjFbM56svwL8qxYVqphyphenhyphenVXpZEnh8Tlb95eFjLUUabGO7n5nwSJk0FcgxplsGvUKfxZ2cW_WITw/s1600/what%25C4%25B1.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 206px; height: 320px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgNTJOCgLeA5mN5t0vo7F-6c8zVgqKyP920B84ylhP67iYR7ecYYrXFDYP555462jho6KjFbM56svwL8qxYVqphyphenhyphenVXpZEnh8Tlb95eFjLUUabGO7n5nwSJk0FcgxplsGvUKfxZ2cW_WITw/s320/what%25C4%25B1.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5615435866826629298" /></a><br />"One aspect that I have gained from running in the past 22 years that has most pleased me is that it has helped me develop respect about my own physical being." Murakami Haruki<br /><br />Eğer tüm zamanların en sevdiğim beş yazarını listelemem gerekse Murakami Haruki'nin bu listede çok sağlam bir yeri olurdu. Yeni evlendiğimizde dizimi sakatlayıp evde 2,5 ay kadar yatmak zorunda kalmıştım. Aynı dönemde ilk makalem yayınlanmıştı ve tübitaktan bu sayede bir miktar para geçmişti elime. O dönemde atamam gelmediği için çok rahat harcayabildiğim bir para olmamıştı ancak yazıdan gelen yazıya gitsin diyerek ilk Murakami kitabım olan Zemberek Kuşunun Güncesi'ni almıştım. Kabalcı'nın üst katında sağ tarafta duruyordu kitap, sadece iki tane vardı ve ilk aldığımın cildi hasarlıydı. İkinci kitabın da öyle olacağından korkarak elime alışım ve sonra sağlam olduğunu görünce yaşadığım mutluluk hala pırıl pırıl duruyor aklımda. Hatta yanlış hatırlamıyorsam o gün Görg. de John Fowles'un Büyücü'sünü almıştı. Hem de bende olan ve neredeyse 20 senelik baskısını. Sonrasında eski evdeki mavi odada, kırmızı koltuğun üzerinde dünyayla ilişkimi keserek kitabı okuyuşum da hafızamda aynı derece net. Murakami'nin muhteşem bir yazar olması bir yana, kitabın kahramanının yaşadığı günlerin benimkilerle inanılmaz örtüşmesi terapi gibi gelmişti bana. İyi bir yazarla ilk kez tanışmanın tadı o çok hasta olduğunuz kişiyle ilk öpüşmenin tadına benziyor bence. Benim Murakami ile tanışmam ise benim açımdan eşi benzeri bulunmaz bir ilk öpücük tadında olmuştu.<br /><br />Bu ilk tanışmanın üzerinden geçen dört senede Murakami'in 5 kitabı daha yayınlandı Türkçe olarak. Her bir kitabı elime ilk alışımda aynı heyecanı yaşadım. beni hiç bir zaman hayal kırıklığına uğratmadı. Türkçe olarak yayınlanan son kitabı Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu'nu almak için D&R'ın web sitesine girdiğimde önceden haberim olmayan bir kitabıyla karşılaştım: What I Talk About When I Talk About Running. <br /><br />Murakami'nin bir yazar ve koşucu olarak kendini anlattığı bu kitabı okumaya başlamam ise biraz zaman aldı. Aldığım ilk kitap, benim yerim senin yanın değil diyerek kendi yerini buldu. Sonra kitabı ikinci kez aldım. Ama bu defa da Haşlanmış Harikalar Diyarı sen sıranı bekle diyerek okumamı geciktirdi. Ben de bu sayede bu kitabı gerçekten okumam gereken zamanda okumayı başardım - buradan kitap tanrılarına saygılarımı sunuyorum.-<br /><br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgG6uqko3XmrahUEgGM3QId6PpmxPKzK4hW50gQNV-eW0VCMpHf_UScNRNMG7jpyakA7wuGDE9HPyCwCxjObJOZwBO2rCx8VaggwR9r8_GdUg0UK1pqYDdhOYgXkQBky4SHSUqYCy7uUS0/s1600/murakami.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 240px; height: 320px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgG6uqko3XmrahUEgGM3QId6PpmxPKzK4hW50gQNV-eW0VCMpHf_UScNRNMG7jpyakA7wuGDE9HPyCwCxjObJOZwBO2rCx8VaggwR9r8_GdUg0UK1pqYDdhOYgXkQBky4SHSUqYCy7uUS0/s320/murakami.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5615440118494698114" /></a> <br /><br />Kitabı okumak, uzun zamandır kafamda dönüp duran düşüncelerin toparlanmasını ve kendim hakkında çok önemli bir şeyi fark etmemi sağladı. Murakami koşmaktan, yazmaktan, ikisine de 30 yaşlarında başladığından, hem beden zihinsel olarak kendi sınırlarına yaptığı yolculuklardan bahsettikçe kendime döndüm ve şunu fark ettim: Son 32 yıldır zihnime yatırım yapıyorum, zihnimin sınırları ve becerileri hakkında oldukça iyi bir fikre sahibim. Ancak boynumdan aşağıda olan biten hakkında neredeyse hiç bir fikrim yok! Eğer zihin beden birlikteliği, ilişkisi, bağlantısı gibi bir şey varsa bu dünyada, bende ondan zerre kadar bile yok!<br /><br />Bu farkındalık beni hemen aksiyon almaya yönlendirdi elbette. 20'li yaşlarını her sarhoş olduğunda nerede olduğuna aldırmadan koşarak geçiren ve koşmanın dans etmeye en yakın fiziksel aktivite olduğunu düşünen bir insan olarak koşmak istiyordum zaten. Ama nedense bir türlü harekete geçemiyordum. Sanırım sonunda ihtiyacım olan iteklenmeyi buldum ve işte evet bugün koşmaya başlıyorum. Hem de kırkbeşbin tane işimin arasında. Biraz heyecanlıyım, oldukça da tedirginim, ama isteğim tedirginliğime ağır basıyor. <br /><br />Geçen haftamı A Complete İdiot's Guide for Running'i okuyarak geçirdim. Dün öğle yemeğinde yüzdüm, kendime güvenimin yerine gelmesi için. Bugün de kitapta yer alan koşuya başlama programının ilk ayağı olan 10 dakika yürü 10 dakika koş-yürü, 10 dakika yürü reçetesini uygulayacağım. <br /><br />Koşmaya başlamak için kendime iki hedef belirledim. İlki Temmuz sonunda İngiltere'ye gittiğimde orada koşmak, ikincisi ise Bengi ile koşmak - ilk kitabın yeri onun yanı olmuştu -. Belli mi olur belki seneye bu zamanlar Bozcaada yarı maratonunu koşarız!rothttp://www.blogger.com/profile/08089280514177342760noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8556022975324936889.post-24163630452341228212011-06-05T23:01:00.000-07:002011-06-06T01:37:55.497-07:00İzleyelim, öğrenelimEvet, uzun süredir yazmıyor olabilirim. Ama inanın bu arayı boş geçirmedim. Bir ton anime, dizi izledim, kitap okudum. Kitaplar ayrı bir post'un konusu, anime ve dizilere izlenme sırasıyla buyrun efenim:<br /><br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjrY8gFQI-j4j6fO9jp7RNE-b5wXH1s1xXqdYvS3xL_DERD0rVd8J-C47lkc13i4YTUAVpjN_vEqMwVMBLT7WqzJFS100PS0GZPSISGQEFuH_wMPvFM_GHLmpDYkscZYpsqTluQfoUhcv4/s1600/mitchiko.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 180px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjrY8gFQI-j4j6fO9jp7RNE-b5wXH1s1xXqdYvS3xL_DERD0rVd8J-C47lkc13i4YTUAVpjN_vEqMwVMBLT7WqzJFS100PS0GZPSISGQEFuH_wMPvFM_GHLmpDYkscZYpsqTluQfoUhcv4/s320/mitchiko.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5615004489900184402" /></a><br /><br />Mitchiko e Hatchin, kurgusal bir Güney Amerika ülkesinde geçen son derece leziz bir anime. Muhteşem müziklerini Brezilyalı Alexandre Kassin'in yaptığı 22 bölümlük seri, evlatlık verildiği evde korkunç günler yaşayan ve bir gün birinin gelip onu bulması hayaliyle yaşayan Hana ile hapishaneden kaçarak son derece karizmatik bir şekilde Hana'nın hayatına giren Mitchiko'nun hikayesini anlatıyor. İkili ülkeyi baştan başa gezerek Hatchin'in babası ve Mitchiko'nun sevgilisi olan Hiroshi Morenos'un izini sürüyorlar. Kurgusu, öyküsü, aksiyon sahneleri ile beni hop diye içine alıveren anime, mutlu çocukluk günlerini hatırlatır gibi Cowboy Bebop'ı hatırlatıyor. Ayrıca gördüğüm en güzel kadın kahramana sahip, net. İzleyin bence leziz.<br /><br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjH93PaRt7cTxiZ8j2tdH7Dak_3pNCCELMINhJWTwJWJbZ2jgwtzDlhJ29gGIIQR-s58zdHd-PzhsXBVh3yJhuDI8xIzzZVx82XGuFNqHeMbY-XOo8ZEzojCQ9F-SoCn3zDMp8ygeWppXo/s1600/886c5f3737e5fadf047156a7444aa1c0_1301235076.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 240px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjH93PaRt7cTxiZ8j2tdH7Dak_3pNCCELMINhJWTwJWJbZ2jgwtzDlhJ29gGIIQR-s58zdHd-PzhsXBVh3yJhuDI8xIzzZVx82XGuFNqHeMbY-XOo8ZEzojCQ9F-SoCn3zDMp8ygeWppXo/s320/886c5f3737e5fadf047156a7444aa1c0_1301235076.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5615006863094293266" /></a><br /><br />Fairy Tail, sihrin marangozluk gibi bir meslek olduğu bir dünyada geçiyor. Bu dünyada sihirbazlar loncalar oluşturuyorlar ve bu loncalar aracılığıyla görevler alıyorlar. Esas kızımsı karakterimiz Lucy (Luşi) Hearfilia alemin en kral loncası, yıkıcılığı ve güçlü sihirbazlarıyla ünlü Fairy Tail'e katılmak istiyor ve bu esnada Natsu Igneel isimli bir ateş sihirbazıyla tanışıyor. Luşi hanım kızımın loncaya katılmasının ardından dar alınlı sihirbaz azmanı Erza Scarlet ve teşhirci buz sihirbazı Gray Fullbuster ile bir ekip kuran bu ikili maceradan maceraya koşuyorlar. 48 bölüm süren ilk sezon kendini izletse de çok hasta olduğumu söyleyemeyeceğim. Özellikle Natsu karakteri ile Naruto ve İchigo arasındaki benzerlikler, e ama ben bunun aslını seyrettim hissi uyandırıyor insanda. Yine de öylesine izlenebilir.<br /><br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjq0y3dZ4-J1RzvS_f71-zt8H9NjUIgdn4Jd7bKohJj4lI2BmtJpoI4Ht0Xhuz0f53nm8PRK7cEY6T098O2CNDDeFCk0dQrO-_iSyjMn7pfMKV_RDp_h8rFOLNvQ7LiaFwhZq1G1t8UCf4/s1600/Seikimatsu+Occult+Gakuin.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 248px; height: 320px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjq0y3dZ4-J1RzvS_f71-zt8H9NjUIgdn4Jd7bKohJj4lI2BmtJpoI4Ht0Xhuz0f53nm8PRK7cEY6T098O2CNDDeFCk0dQrO-_iSyjMn7pfMKV_RDp_h8rFOLNvQ7LiaFwhZq1G1t8UCf4/s320/Seikimatsu+Occult+Gakuin.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5615009061238459442" /></a><br />Seikimatsu Occult Gakuin'i Fenerbahçe'nin şampiyonluk maçını oynadığı gün, pek sevgili mafizimin evi terkedip Kadıköy semalarında uçmaya gidişini fırsat bilip izledim. 13 bölümlük bir gecede izlenebilecek bir anime Occult Gakuin, çok boş vaktiniz varsa neden olmasın? Serinin ana karakteri Maya, babasının ölümün ardından müdürlüğünü yaptığı, esrarengiz ve doğaüstü olayların incelendiği Waldstein Akademisine gelir. Etrafta sürekli gizemli olaylar dönmektedir. Gökyüzünden inen çıplak bir adam sayesinde işler iyice çığrından çıkar. Evet ümit vadeden bir ilk bölüm özeti. Ancak ben prensip olarak başta karakterlerin sürekli aynı kıyafeti -hele bir de Maya'giydiği gibi çirkinse- animelere karşıyım - naruto hariç, çünkü yani sonuçta o naruto değil mi?-. Kıyafet konusunu aşsak bile bilim kurgu mu yoksa korku mu yoksa ne belli olmayan kafası karışık bir durum var seikimatsu occult gakuin'de. Yine de bir kaç inanılmaz güzel sahnenin hatırına -söyleyip sürprizini kaçırmayayım- izlenebilir diye düşünüyorum. <br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg53RLYj8k4s3x_J_mf5CKNH_owkdHzceCemTV1Sq-TYNzptBBjVzOfdnUjEayhyphenhypheneZ288GrPhMkKk1LrFYVheK4-5ziXW8XsGQjTfXfr1W8Kdw2IF6Y5z8hC-GdJ9VtMMufoZu2eRcBw50/s1600/704e3_my-princess021.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 214px; height: 320px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg53RLYj8k4s3x_J_mf5CKNH_owkdHzceCemTV1Sq-TYNzptBBjVzOfdnUjEayhyphenhypheneZ288GrPhMkKk1LrFYVheK4-5ziXW8XsGQjTfXfr1W8Kdw2IF6Y5z8hC-GdJ9VtMMufoZu2eRcBw50/s320/704e3_my-princess021.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5615014246490613778" /></a><br />Elbette sadece vurdulu kırdılı shonen animeler seyretmedim. İçimdeki romantik damarı kurutmamak için Oguri Shun yeni bir jdrama çekene kadar kore dramalarına yelken açtım. Dream High ile başladığım Kore dizileri maceramın ikinci ayağı My Princess oldu. Kendi halinde bir tarih öğrencisi olan Lee Seol ve diplomat Park Hae Young'ın tesadüf eseri başlayan arkadaşlıkları -cidden arkadaş manasında- Lee Seol'un Kore Monarşisinin hayatta kalan tek varisi olduğunun ve Park Hae Young'ın büyükbabasının bütün mal varlığını ona bırakmak istemesiyle değişir. Lee Seol'un prenses olmasını engellemeye çalışan Park Hae Young ile ne olduğunu şaşıran Lee Seol arasında bir yakınlaşma başlar ve olaylar gelişir. Aslında sonu çok öngörülebilir bir hikaye evet ama bence koreliler bu romantik komedi işini çözmüşler. Çok tatlı ve eğlenceli bir diziydi. Bir saat beş dakikalık 16 bölüm nasıl bitti anlamadım. Romantiği gelen arkadaşlara tavsiye ederim.<br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjNwLpQNlaqXUWmGhnRXuvZmBtuRM51kd-jag2H7zKNu5IGpqi19uJNm_UE69xR0vSZNk0OnhiwCcmjzLetIBXQ_HAh0IzL2hZ9G3_YNMud0HNfpMXLi0NNJ2NdeHfkct2uh02Mq1nCsy4/s1600/arakawa_under_the_bridge.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 235px; height: 320px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjNwLpQNlaqXUWmGhnRXuvZmBtuRM51kd-jag2H7zKNu5IGpqi19uJNm_UE69xR0vSZNk0OnhiwCcmjzLetIBXQ_HAh0IzL2hZ9G3_YNMud0HNfpMXLi0NNJ2NdeHfkct2uh02Mq1nCsy4/s320/arakawa_under_the_bridge.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5615017939320365522" /></a><br />Geçen sene bir Burcu-Batu ziyareti sonrasında -Avustralya semalarına selam ederim- izlemeye başlamıştık Arakawa Under The Brigde'i. Mafizimle birlikte seyrediyorduk ancak sonra kaldı. Geçtiğimiz haftalarda ben tek başıma da olsa geri dönmeye karar verdim kendisine. Çok süper 7 bölümden sonra 8. bölümün bozuk çıkması nedeniyle devamını şimdilik getiremedim ancak mutlaka bitireceğim. Konusuna gelince: Aile mottosu "Hayatta kimseye asla borçlu kalmayacaksın" olan İchinomiya Kou, kendini Arakawa nehrinde bir köprünün altında yaşayan Nino'ya korkunç bir şekilde borçlanmış halde bulur. Nino'nun borcun ödenmesi için istediği tek bir şey vardır, Kou'nun sevgilisi olması. Böylece Kou recruit adını alarak, köprünün altında birbirinden tuhaf tiplerle birlikte yaşamaya başlar. Burdan çok belli olmuyor olabilir ama gerçekten çok komik bir anime. Herkese tavsiye ederim.<br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEibiBN0XtsLWVBK9LqS9SMlGSbn_TCV9M5M74WHZ9cR8TT27YuGpjjtea6c-nsdvWEMQ769WCjHvUCxUzsvISdY5Mul88MQYqbbHixWkZX65KUrAdSBWaNyP5gV7Cv6TbhOw1QsiunX8Xs/s1600/personal.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 220px; height: 320px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEibiBN0XtsLWVBK9LqS9SMlGSbn_TCV9M5M74WHZ9cR8TT27YuGpjjtea6c-nsdvWEMQ769WCjHvUCxUzsvISdY5Mul88MQYqbbHixWkZX65KUrAdSBWaNyP5gV7Cv6TbhOw1QsiunX8Xs/s320/personal.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5615022159930551682" /></a><br />Evet, gelelim son dizimize. Bu diziyi en son seyretmeseydim de en son yazmak isterdim sanıyorum. Uzun zamandır seyrettiğim en tatlı, en komik, en romantik dizilerden biriydi Personal Taste. Charlotte hanım kızımızla birlikte önemli sahnelerde bize şarkı söyleten, tezahürat yaptıran ve duygudan duyguya koşturan bir dizi oldu kendisi. Konusunu falan anlatmıyorum, romantiğiniz geldiyse gidin direk izleyin. O kadar diyorum ben size.rothttp://www.blogger.com/profile/08089280514177342760noreply@blogger.com4tag:blogger.com,1999:blog-8556022975324936889.post-26321302014868531712011-05-08T23:22:00.000-07:002011-05-09T00:15:06.587-07:00ona buna seslenişEfendim, herkese iyi haftalar. İlk seslenişimin muhatabı, ekranlardan tanıdığımız ünlü bir isim. Herhalde yıl 2000 falan olsa gerek o dönem birlikte çok vakit geçirdiğim sayko hanım ile birlikte vapurla Kadıköy'e geçerken görüp 2,5 saniye kadar gözgöze geldiğim bu kişi ile yaklaşık 3-4 saat sonra İstiklal caddesinde (insan oğlu kuş misali) ve o gecede Yılan Hikayesi isimli dizide tekrar karşılaşmıştım. Sonradan herkesin Okan Yalabık olarak tanıyacağı bu nevi şahsına münhasır zat, zamanla pek çok hatun kişinin hasta olduğu bir oyuncu haline geldi. Ama ben onu görüp beğendiğimde (dünya ahret kardeşim olsun ehe) aşağı yukarı şöyle görünüyordu:<br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiAUyiNNp21UNX4h37hrfEM_iA2_rmbrC0fYenUf1t_tyTT1CWAtxq-XSbeLmxnertAr8z98cgz1NzTSuRhJ439eRegi1fFGvrgl7MgjS7-rJlNy39scjC_ZRcgPAj1lniX8h06hhoQSBY/s1600/okanyilan.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 259px; height: 194px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiAUyiNNp21UNX4h37hrfEM_iA2_rmbrC0fYenUf1t_tyTT1CWAtxq-XSbeLmxnertAr8z98cgz1NzTSuRhJ439eRegi1fFGvrgl7MgjS7-rJlNy39scjC_ZRcgPAj1lniX8h06hhoQSBY/s320/okanyilan.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5604601583292498098" /></a><br />Son günlerde muhteşem yüzyıl adlı dizide Kanuni'nin kankası Pargalı İbrahim paşa kişisini adeta bir obi-wan kenobi edasıyla oynuyor. Büzülmüş dudaklar kaş altından ciddi bakış falan, bunlar hoş şeyler. <br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgMIKZYXzlqep_GWFG78DLtuOBsy-Xzx4hkfGp04igcJ7ycNNH-Xo0Tzi76l9pYx6Ym-YniIhZWldSaSE8bmpKR5-NGijx3jgLAgjo8Mp1IGkVQicgdZg7nDShQgJc9EwxCvxlBfLIAd20/s1600/okan-yalabik-restini-cekti-64427.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 240px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgMIKZYXzlqep_GWFG78DLtuOBsy-Xzx4hkfGp04igcJ7ycNNH-Xo0Tzi76l9pYx6Ym-YniIhZWldSaSE8bmpKR5-NGijx3jgLAgjo8Mp1IGkVQicgdZg7nDShQgJc9EwxCvxlBfLIAd20/s320/okan-yalabik-restini-cekti-64427.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5604605058390680258" /></a><br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhsmUZi0ABRbxSDDMwcPd3fJDxuiwRmRFh9WaWZkqI5nn9cf5idLpZpnTdcH85j4RUCMX56KhAnutIET3tpZmRDE9DfWmbIUyldCoNGzQD57kKRiaj7EAS9a46VoCO7h-GHLjQhHjtybf0/s1600/Photo+du+ma%25C3%25AEtre+Obi-Wan+Kenobi.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 177px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhsmUZi0ABRbxSDDMwcPd3fJDxuiwRmRFh9WaWZkqI5nn9cf5idLpZpnTdcH85j4RUCMX56KhAnutIET3tpZmRDE9DfWmbIUyldCoNGzQD57kKRiaj7EAS9a46VoCO7h-GHLjQhHjtybf0/s320/Photo+du+ma%25C3%25AEtre+Obi-Wan+Kenobi.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5604605329763859298" /></a><br />Sevgili Okan Yalabık buradan sana sesleniyorum! Gerek Star Wars tavırlarının gerekse 10 sene önce vapurdaki 2,5 saniyenin hatırına bir şey demeyeyim diyorum ama artık dayanamayacağım. Lütfen, lütfen ama lütfen Kanuni'nin yanında çatır çatır aksansız Türkçe konuşup, Kanuni arkasını döner dönmez gayri müslim aksanı ile -hem de abartılı ve fazlaca tipik bir versiyonu ile- konuşmaya başlama. Kalbimi kırıyorsun. Belki de yönetmen istiyordur bilemiyorum elbette, kendi halinde bir araştırma görevlisiyim ben, oyunculuk-dizi, bunlar beni aşar. Eğer öyleyse adını bilmediğim yönetmenine bu arzu halimi iletirsen sevinirim. Saygılar sunuyorum.<br /><br />Evet. Yani sonuçta ben de insanım, Türkiye'de yaşıyorum. Sadece mangayla animeyle, araştırmayla hafızayla geçmiyor ömrüm, annemlere yemeğe gidiyor ve Muhteşem Yüzyıl seyretmek zorunda bırakılıyorum. Bunlar önemli şeyler. <br /><br />İkinci seslenişim bugüne kadar beni pek çok farklı sevinç ve heyecana gark etmiş bir yayın evine geliyor. O ki, Dunbar'ın kitabını Türkçe'ye çevirdi, o ki Türkiye'de popüler bilim yayıncılığına yeni bir tat, bir doku getirdi, o ki bana edge.org'u tanıttı. Evet, bildiniz o ki ntv yayınları. Son zamanda ağzım sulanarak okuduğum ve gözlerimde mutluluk yaşlarıyla kütüphaneme yerleştirdiğim pek çok kitaba sahip olmamı sağladığı için gönül borcum var, çok ağır konuşmak istemiyorum. <br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjAXVq-53Sp1m2SnwcU2t-xomfUUj4wPgy1D0tbTD7xG-bwXLrCkmT60G1XvMxfCwrBh_5yyBcHSin77qWzg3VfXzaM-404IKIGqzoLQhWiGYnUOI5GQDJu3e84oZrYw-ti4lI__EQWFMY/s1600/dunbar.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 221px; height: 320px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjAXVq-53Sp1m2SnwcU2t-xomfUUj4wPgy1D0tbTD7xG-bwXLrCkmT60G1XvMxfCwrBh_5yyBcHSin77qWzg3VfXzaM-404IKIGqzoLQhWiGYnUOI5GQDJu3e84oZrYw-ti4lI__EQWFMY/s320/dunbar.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5604609679189521682" /></a><br />Sevgili ntv yayınları, lütfen, senden çok rica ediyorum, çevirilere biraz daha özen göster. Cümle bozuklukları falan çok sorun değil. Ama örneğin Dunbar'ın "Şu hayatta kaç arkadaş lazım?" kitabında öyle hatalar var ki, okuyucuların yanlış bilgi edinmelerine sebep oluyor, üstelik konu üzerinde önceden bilgi sahibi değillerse benim gibi, bu durumun farkına varmak gibi bir şansları asla yok. Bence seçtiğin muhteşem kitaplar daha fazla özen görmeyi hak ediyorlar. Ayrıca yüce Ntv yayınları, aklıma süper bir fikir geldi, eminim sen de seveceksin: Sen bana çıkan kitaplarından birer tane gönder, ben de onları okuyup buradan tanıtımlarını yapayım, ne dersin? Bence çok iyi bir fikir, bir düşün derim.rothttp://www.blogger.com/profile/08089280514177342760noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8556022975324936889.post-36990454563559114912011-05-08T23:21:00.000-07:002011-05-08T23:21:30.245-07:00Guernica / Noam Chomsky: My Reaction to Osama bin Laden’s Death<a href="http://www.guernicamag.com/blog/2652/noam_chomsky_my_reaction_to_os/">Guernica / Noam Chomsky: My Reaction to Osama bin Laden’s Death</a>rothttp://www.blogger.com/profile/08089280514177342760noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8556022975324936889.post-89871912082112231712011-04-30T15:36:00.001-07:002011-04-30T16:00:30.950-07:00cumartesi abuklaması<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhM2d-D1OogwD4-l0EEgFg5HX8Vt3MjQxwcJJgztyC_40V7jUQ1MjIdGWc47U0w8drA6hAs18Sa8HSjTt7Nff1AEzv8auexBXg4z-28Bxnc1H4C642VYW1G5koIauine8S0Bd6gBZr2P30/s1600/aarhus+theater.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 214px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhM2d-D1OogwD4-l0EEgFg5HX8Vt3MjQxwcJJgztyC_40V7jUQ1MjIdGWc47U0w8drA6hAs18Sa8HSjTt7Nff1AEzv8auexBXg4z-28Bxnc1H4C642VYW1G5koIauine8S0Bd6gBZr2P30/s320/aarhus+theater.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5601509241603350914" /></a><br />Sanırım bir cumartesi gecesi, bu kadar şaraptan sonra -terra cota rose, şirince böğürtlen, muscat vs vs.- başka türlü bir post beklenmemeli bir kişiden. Şarap eşliğimde dinlediğimiz müzikler ve bugün havadaki koku beni bir sene önceki bir akşam üstüne götürdü. Geçtiğimiz haziran ayında yüce insan ve muhteşem hoca Tekcan sayesinde gitme şansına sahip olduğum Danimarka ülkemizin Eskişehir tadındaki şehri Aarhus şehrinde geçirdiğim akşam üstlerine gittim birden bire. İnanılmaz derece pahalı oluşu - bir kahve bir çörek 10 euro civarı- ve sürekli aç oluşum -e tabi o kadar para verip doğru düzgün bir şey yiyemiyorduk- dışında çok abuk bir özelliği işe kafama kazındıysa eğer Aarhus - Hafıza'nın Olimpos dağında tırmanıp hafıza tanrıları ile geçirdiğim saatler dışında elbet-, o da her akşam konuşmalar bittikten sonra odaya dönüp, duş alıp saçlarımın kurumasını bekleyerek otelin önünde yukarıda gördüğünüz tiyatronun yan kapısında oturup müzik dinlediğim anlar olarak kayıtlara geçmeli. <br /><br />Dünyalar şahanesi Sennheiser kulaklığımı takıp, sarjı şaibeli ipodumla tiyatronun önündeki meydanı izleyerek hala benim için pek kıymetli 4-5 şarkıyı dinleyerek geçirdiğim dakikalar her şeyi kafama kazıdığım, her anın tadını damağımda hissederek hafızama kazıdığım anlardı. Günün çok geç bittiği, ama herkesin kendi gününü erken bitirdiği bir kentte, her gün bir Nişantaşı pazarı gibiydi. Bomboş, ışıklı ve tuhaf bir huzura sahip. Boş sokakları ve tek tük insanları seyrederken kulaklarımda Editors'dan Racing Rats, When anger Shows ve End has a start, Bloc Party'den This Modern Love, She wants Revenge'den Monologue çalıyor olurdu ve ben kuzey gökyüzünün saat on olmasına rağmen kendine has tuhaf bir aydınlığı olan rengine kıpırdayan ama bir yere akamayan bir ritim duygusuyla garip bir içimde patladı yahu duygusuyla bakar dururdum. <br /><br />Temmuz'da One Love Fest'e geliyor Editors, daha ılıman bir iklimde canlı dinleyeceğim bu sefer - Rock'n Coke'da izleyip bunlar da kim ya deyişimden de farklı olacak bu kez, çünkü artık biliyorum onlar kim ve pek çok şarkısında pek çok anı biriktirdim-. Ondan önce de Interpol 1 haziran'da Küçük Çiftlik Parkı'na geliyor - geçen sene ilk gençlik yıllarımın grubu Crannberries'i dinlediğim yere-. Beklerim efenim, ben orada pek fazla keyf ve feyz alıyor olacağım.<br /><br />Bir cumartesi akşamı, pokerde kaybetmiş olmanın ve üstüste pek fazla sevdiğim şarkı dinlemiş olmanın vermiş olduğu lakaytlıkla, saygılar.<br /><br />Gitmeden hemen önce:<br /><iframe width="560" height="349" src="http://www.youtube.com/embed/GB8bVqkqI_c" frameborder="0" allowfullscreen></iframe><br /><br />It creeps all over you like a dull ache<br />Think of all the things your hands could make<br />It pulls you to the ground like soaking wet gloves<br />The change in your face when anger shows<br /><br />In that moment you realize that<br />Something you thought would always be there<br />Will die like everything else<br /><br />These thoughts I must not think of<br />Dreams I can't make sense of<br />I need you to tell me it's okay<br /><br />These thoughts I must not think of<br />Dreams I can't make sense of<br />I need you to tell me it's okay<br /><br />You are a sleeping lion in your bed<br />I will not wake you<br />You're the moment, love has passed<br />We all must learn to hate you<br /><br />You're a memory from before<br />Please, don't let me forget you<br />You're the wolves at my door<br /><br />In that moment you realize that<br />Something you thought would always be there<br />Will die like everything else<br /><br />These thoughts I must not think of<br />Dreams I can't make sense of<br />I need you to tell me it's okay<br />[ From: http://www.elyrics.net/read/e/editors-lyrics/when-anger-shows-lyrics.html ]<br /><br />These thoughts I must not think of<br />Dreams I can't make sense of<br />I need you to tell me it's okay<br /><br />How can you know what things are worth<br />If your hands won't move to do a day's work?<br />How can you know what things are worth<br />If your hands won't move to do a day's work?<br /><br />How can you know what things are worth<br />If your hands won't move to do a day's work?<br />How can you know what things are worth<br />If your hands won't move to do a day's work?<br /><br />How can you know what things are worth<br />If your hands won't move to do a day's work?<br />How can you know what things are worth<br />If your hands won't move to do a day's work?<br /><br />How can you know?<br />(How can you know?)<br />(How can you know?)<br />How can you know?<br />(How can you know?)<br />How can you know?<br />(How can you know?)<br /><br />These thoughts I must not think of<br />Dreams I can't make sense of<br />I need you to tell me it's okay<br /><br />These thoughts I must not think of<br />Dreams I can't make sense of<br />I just need you to tell me it's okay<br /><br />bence bu kafayla, bir cumartesi akşamı kimseden daha fazlası beklenmemeli. Saygılarımla.rothttp://www.blogger.com/profile/08089280514177342760noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8556022975324936889.post-5676047462812709392011-04-21T00:41:00.000-07:002011-04-21T00:48:12.781-07:00rengarengarenk!Dün akşam yorgun gözlerle kitabımı elime aldım, itiraf etmeliyim ki başta biraz isteksizdim. Ama sonra okumaya başladığımda her zaman olan şey oldu ve kendimi bu bölüm ne kadar da kısaymış diye söylenirken buldum.<br /><br />Önce 2. bölümün son kısmına bir göz attım, bilgilerimi tazelemek için ve bölümün son cümlesini ilk okumada kaçırmış olduğumu fark ettim. Halbuki ne kadar da güçlü bir cümleymiş:<br />"Sen sadece bir görün. Senin görünmenle düşman, rüzgardaki bir saman çöpü gibi dağılıverir."<br />Sanırım bu cümle o dönem ve o bölgede sanatın, özellikle de resmin hangi amaçla kullanıldığını mükemmel şekilde özetliyor.<br /><br />Sonra üçüncü bölümü okumaya başladım. Sanırım bu bölüm benim için en şaşırtıcı bölüm oldu. Bunun bir kaç sebebi var. İlki Gombrich'in bu bölümde gerçekten heyecan duyarak yazdığını hissettim. "Girit sanatının sevinçli devinimi". Tanımlamaya bakar mısınız? İnsanın aklına ilkbahar geliyor.<br /><br />İkinci sebebim, daha önce bahsettiğim ve beni çok etkileyen bir şeyden bahsediyor olması. Yunan sanatçıların yeni bir sanat anlayışına doğru ilerlerken yaptıkları en önemli şey "eski reçeteleri izleyecek yerde, kendi gözleriyle bakmaya karar vermeleri". çok basit bir şeymiş gibi görünüyor değil mi? Tıpkı Kopenrik'in dünyanın evrenin merkezi olduğu reçetesini bir kenara bırakıp ölümsüzleşmesi gibi. Ama burada çok daha şaşırtıcı bir durum söz konusu. Bu binlerce yıl önce ölmüş isimsiz insanlar bir ayağın önden görünümünü çizme cesareti göstererek - dikkatinizi çekerim bir ayak - korkunç bir dönüşüm gerçekleştiriyorlar! Ve sanat artık bilinen sanat olmaktan geri dönülemez bir şekilde çıkıyor.<br /><br />Üçüncü sebebim ise kendi adıma büyük bir şok yaşamam. 32 senelik hayatımda bir kere bile aklıma yunan heykelerinin renkli olabilecekleri gelmedi. Hep onları soğuk, beyaz, inanılmaz ve biraz da aristokrat şeyler olarak gördüm. Ama bir kere bile onların renkli, değerli taşlarla süslenmiş, canlı şeyler olabileceklerini düşünmedim. Ama nasıl düşünebilirdim ki, eserlerin kendilerini geçtim, yapıldıkları çağlarda geçen filmlerde bile bizim bildiğimiz halleriyle temsil ediliyorlar. Dünden beri bu renkli heykel fikrine alışmaya çalışıyorum, henüz başarılı olduğum söylenemez. Biz onları anamızın ak sütü gibi bilirken, onlar aslında böyle görünüyorlarmış:<br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjX0g0zcwl1A7LnePz8ElR7_Dgb6rxTghsR-WmGKZxXxshQkP_9BS7SPKNtF-jBYa42jmuYQJBmbbXzQjTK868Le77QVTJkE0sUS78soeJos1SqgsWe9RMOicdMNzdneZNGcCEhfiIX1gE/s1600/500x_brinkmannstatues2big.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 238px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjX0g0zcwl1A7LnePz8ElR7_Dgb6rxTghsR-WmGKZxXxshQkP_9BS7SPKNtF-jBYa42jmuYQJBmbbXzQjTK868Le77QVTJkE0sUS78soeJos1SqgsWe9RMOicdMNzdneZNGcCEhfiIX1gE/s320/500x_brinkmannstatues2big.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5597939753015663842" /></a><br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEifyeY1HJSpaUkHOURRLQTx-IHc_JlZM6SW21f5WujwHdkcfPHOxA6ifPKoQfP53X2sGuKVu75vL9KT_PSWFBIjfBoOVcWImuvyNNNcqpIVjhXxpW9fb6t9UWoKw-jlNzBZwahHn-JdPP0/s1600/ph2008050200970-copy.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 250px; height: 237px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEifyeY1HJSpaUkHOURRLQTx-IHc_JlZM6SW21f5WujwHdkcfPHOxA6ifPKoQfP53X2sGuKVu75vL9KT_PSWFBIjfBoOVcWImuvyNNNcqpIVjhXxpW9fb6t9UWoKw-jlNzBZwahHn-JdPP0/s320/ph2008050200970-copy.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5597940071159822946" /></a><br />Bu bölüm sanat dışında bana her zamanki gibi çok kendime dair bir şeyler söyledi. Eğer gerçekten bir yerlere varmak istiyorsam reçetelerden kurtulup her şeye yeni gözerle bakmalıyım ve Miron gibi kurallara sadık, ama kurallar arasında özgür olmalıyım. Bilim ve sanat çok fazla yerde dokunuyorlar birbirlerine ve ben buna bayılıyorum.rothttp://www.blogger.com/profile/08089280514177342760noreply@blogger.com3tag:blogger.com,1999:blog-8556022975324936889.post-51901180106659064922011-04-18T23:39:00.001-07:002011-04-19T03:22:32.749-07:00mukyaaaa<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj1iQAHez9ltjO5k_oNEKDgnbDpr7mleza6EFNYXbPC5uGIfIKiOSBYE01O1C6kYMScbYDnPTIfaTUOsYecYQ2vbBL9ZhJvU0_IHFzWHyLdd_s8GTK3GMis3TkXPtRW5D8EUajyuPyRHFc/s1600/nodma.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 240px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj1iQAHez9ltjO5k_oNEKDgnbDpr7mleza6EFNYXbPC5uGIfIKiOSBYE01O1C6kYMScbYDnPTIfaTUOsYecYQ2vbBL9ZhJvU0_IHFzWHyLdd_s8GTK3GMis3TkXPtRW5D8EUajyuPyRHFc/s320/nodma.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5597181763550299410" /></a><br />Uzun zamandır bu konudan bahsetmiyorum ama bu hiç anime, jdroma izlemediğim ya da manga okumadığım anlamına gelmiyor pek sevgili ve tatlı okur. Bundan yaklaşık bir iki sene önce, an itibariyle Avustralya semalarına selam çakan tahin pekmez kişi burcu sayesinde tanıştığım Nodame Cantabile'nin seyretmediğim bir özel bölümünün çıktığını öğrenince diziyi baştan seyretmeye karar verdim. Dizi bittikten sonra izleme miktarım beni kesinlikle kesmeyince, mangayı baştan okumaya karar verdim. Manga da bitince bu kadar izleyp okumuşken bir de animeyi seyredeyim dedim ve yaklaşık 3 haftalık bir nodame maratonu yarattım kendime - ve bunun her saniyesinden zevk aldım.<br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgGvTaoy3cegvEIRch9xESJAaAmvV9eErkYviY86aCCOHVHBqCGs91bkg19pfaxqf8kfKk5F7AQcnQdRbh37ShWw0-NHh1TgMjqOHmh1fwJc-KkShnoi-ax4BzkKjuNVMSEjlh4BOlyv1I/s1600/600full-nodame-cantabile-photo.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 223px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgGvTaoy3cegvEIRch9xESJAaAmvV9eErkYviY86aCCOHVHBqCGs91bkg19pfaxqf8kfKk5F7AQcnQdRbh37ShWw0-NHh1TgMjqOHmh1fwJc-KkShnoi-ax4BzkKjuNVMSEjlh4BOlyv1I/s320/600full-nodame-cantabile-photo.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5597183563452691058" /></a><br />Tomoko Ninomiya tarafından çizilen ve 2001-2009 yılları arasında Kiss'de yayınlanan Nodame Cantabile, 2004 yılında en iyi shojo manga ödülünü almış. İki konservatuar öğrencisinin ilişkisini eğlenceli ve romantik ilişkisi anlatan manga, piyano öğrencisi Megumi Noda'nın - Nodame kızımız oluyor kendisi -, özünde orkestra şefi olmak isteyen ancak piyano bölümünde okuyan ve okuldaki bütün kızların hasta olduğu Chiaki Shinchi isimli yakışıklı şeyi kapısının önünde sızmış bir şekilde bulmasıyla başlıyor. Sonrasında olaylar birbirinden leziz farklı karakterlerin olay örgüsüne dahil olmasıyla gelişiyor. <br /><br />Bence Nodame'nin en güzel yanlarından biri esas kız ve esas oğlan arasındaki ilişki şekillenirken her bir karakterin - o kadar esas olmayan kızlar ve oğlanlar da dahil olmak üzere - seri boyunca yaşadıkları değişimlerin son derece doğal bir şekilde bize sunulması. Okurken-izlerken, insan kendini yakın arkadaşlarının yıllara yayılan büyüme ve olgunlaşma serüvenleri seyrediyor gibi hissediyor. Üstelik karakterler, tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi şaşırtıcı yönlere doğru ilerliyorlar ve bunu izlemek insana çok büyük keyif veriyor.<br /><br />Pek şahane ve leziz konusu, karakterleri ve olay örgüsünün yanı sıra, Nodame'nin manga ve anime uyarlamalarının da çok leziz ve başarılı olması ayrı süperliği. Burada başarıdan kastım hem konu olarak tutarlılık, hem dizideki oyuncuların manga ve animedeki karakterlere olan benzerliği hem de manga da geçen müziklerin anime ve dizide çok harika ve yerli yerinde, çoğu zaman zenginleştirilerek kullanılmış olması. Debussy'den Ravel'e, Rachmaninov'dan Mozart'a pek çok ünlü bestecinin parçaları anime ve dizi boyunca görünmez bir başka ana karakter gibi salınıp duruyor ve her şeyi birbirine bağlıyor.<br /><br />Şimdi burada sadece son cümlede müziklere değinmem çok tuhaf oldu, zira bu postu yazmaya başlama sebebim, özünde Maurice Ravel hakkında bir post yazmak istemem; nereden başlasam diye düşünürken, Ravel'i tekrar gündemime getirdiği için Nodame'den bahsetmeye karar vermemdi. Neyse ne yapalım, Ravel'i de başka bir postta anlatırım.rothttp://www.blogger.com/profile/08089280514177342760noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8556022975324936889.post-46546686185106158442011-04-17T14:13:00.000-07:002011-04-17T14:21:37.059-07:00Boolean yöntemi<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEikdYYrtLRgyrKwxkJHYW4Zvji8mfXSbqXrfJoHvndR0a0I_2qvcuHSQ_uB-9R7KzzHbg9Id4zPrlJhKrc1ftQfQI4dqeXJsPpCxi61l1ebyeUnaENFM4Qb52ckRs-y4vVegd4fqd2rSTY/s1600/Boolean.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 240px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEikdYYrtLRgyrKwxkJHYW4Zvji8mfXSbqXrfJoHvndR0a0I_2qvcuHSQ_uB-9R7KzzHbg9Id4zPrlJhKrc1ftQfQI4dqeXJsPpCxi61l1ebyeUnaENFM4Qb52ckRs-y4vVegd4fqd2rSTY/s320/Boolean.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5596664612978469442" /></a><br /><br />Boolean araştırma yöntemi internette araştırma yaparken kullanabileceğimiz ve işimizi kolaylaştıran bazı kelimeler ve harfleri nasıl kullanacağımızı anlatıyor.<br /><br />AND – Terimlerin arasına AND koymak her iki terimi de içeren belgelerin getirilmesini sağlıyor.<br /><br />OR – Terimlerin arasına OR koymak, terimlerden birini ya da iki terimi birden içeren belgeler getirilmesini sağlıyor. Bu yöntem eş anlamlı ya da birbirine alternatif olan terimlerle ilgili araştırma yaparken yardımcı oluyor..<br /><br />NOT – Terimlerin arasına NOT koymak, yazdığınız ilk terimi içeren ancak yazdığınız ikinci terimi içermeyen belgelerin getirilmesini sağlıyor. Örneğin Kurtuluş hakkında araştırma yapmak istiyorsunuz ancak karşınıza sürekli Kurtuluş Savaşı ile ilgili sayfalar çıkıyor. Kurtuluş NOT Savaşı yazdığını zaman bu sayfaların gelmesini engelleyebiliyorsunuz. <br /><br />W/n – Terimlerin arasına w/n koymak birinci terimin ikinci terime göre n sayıda kelime arasında olduğu belgelere ulaşmanızı sağlıyor. ahmet w/24 mehmet dediğiniz zaman bu iki kelimenin birbirinden 24 kelimeden uzak olmadığı belgelere ulaşıyorsunuz. Burada önemli bir nokta var n değeri 127'i geçemiyor.<br /><br />F/n – Terimlerin arasına f/n koymak ilk ve ikinci terimin arasına n sayıda kelime koymanıza yarıyor. Bu yöntemde ilk terim ikinci terimi n sayıda kelime arkasından izliyor. ahmet f/2 mehmet dediğiniz zaman, bu iki terimin mehmet/kelime/kelime/ahmet şeklinde bulunduğu dökümanlar karışınıza geliyor.<br /><br />P/n – Terimlerin arasına p/n koymak ilk ve ikinci terimin arasına n sayıda kelime koymanıza yarıyor.Burada ilk terim ikinci terimden n sayıda kelime önce gelmek zorunda. ahmet f/2 mehmet dediğiniz zaman, bu iki terimin ahmet/kelime/kelime/mehmet şeklinde bulunduğu dökümanlar karışınıza geliyor. <br /><br />W/sen – Terimlerin arasına w/sen koymak, ilk terimin ikinci terime göre 20 kelimelik bir aralıkta bulunmasını sağlıyor.<br /><br />W/par – erimlerin arasına w/par koymak, ilk terimin ikinci terime göre 80 kelimelik bir aralıkta bulunmasını sağlıyor.rothttp://www.blogger.com/profile/08089280514177342760noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8556022975324936889.post-86167395947804473482011-04-12T01:28:00.000-07:002011-04-12T01:36:19.903-07:00belgin doruk<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgX_nFxCnCPt8uHlEEOG91jfZeTSgajhU4DHuhYsKy_qdCE3a-S4Par2B3nJB_d5ViOwnT2pxJL2tzCIltUAB7r332UKT4WdnPB5-BnaFoV5gvJu0l6p5soXa2ksA6xOm3yVQY3a3DypRE5/s1600/egyptian-painting.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 227px; height: 320px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgX_nFxCnCPt8uHlEEOG91jfZeTSgajhU4DHuhYsKy_qdCE3a-S4Par2B3nJB_d5ViOwnT2pxJL2tzCIltUAB7r332UKT4WdnPB5-BnaFoV5gvJu0l6p5soXa2ksA6xOm3yVQY3a3DypRE5/s320/egyptian-painting.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5594612102800575106" /></a><br />Sanatın Öyküsü'nün ikinci bölümünü okuduktan sonra damağımda kalan tat birinci bölüm ile aynı oldu. objeler - burada sanat objeleri- ve onlara yüklediğimiz anlamlar. Hayat şartlarının inanılmaz zor olduğu çağlarda bu şaşırtıcı bir durum değil aslında. Bir şeyin yapılmasına bu kadar zaman ve emek harcanıyorsa bu "şey" her ne ise bir amaca hizmet etmek zorunda. Ya tarih öncesi resimlerde olduğu gibi avcının avı üzerinde büyük bir güç sahibi olmasına ya da bir firavunun sonsuz yaşama kavuşmasına. Sanatı icra eden kişilere verilen isim bile bunu açıkça gösteriyor: "Heykelci sözcüğü o zaman 'yaşamı koruyan kişi' ile eş anlama geliyordu" diyor Gombrich. Mısırda yapıtların amacı çok net, yaşamı korumak. Bu nedenle herşeyin en olduğu haliyle gösterilmesi gerekiyor. Her şey, ağaçlar, kuşlar, balıklar, vücut parçaları en karakteristik haliyle gösteriliyor. Sanatçılar model olarak hafızalarını kullanıyorlar. Resmedilen obje hafızada ne şekilde temsil ediliyorsa o şekilde yansıyor duvarlara, papirüslere.<br /><br />BU bilgiyle bakıldığı zaman o dönemin resimlerine, bir insanın iki tane sol ayağı varmış gibi görünmesi, yüzünün profilden ama gözünün önden görünüyor gibi çizilmesi çok anlamlı ve doğru geliyor insana. <br /><br />Bir düşününce o dönemin mısırlı sanatçıları hafıza hakkında son elli yılda öğrendiğimiz pek çok şeyi çözmüşler ve hatta bazı teorilere kaynak olmuşlar gibi geliyor bana.<br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEghSmM0IwugiZjA6C2zQcApDAvslnOZZMQE_6G9BiDFJFxwYbp5n93uaWJZoe6oV7LnIDHbqPH5mrso8iFYgjGFlGtPcmw9R076HN2PPW1DSRo0tkbwYRqKcgmo1ph7Hjgdrhn_iPcLwIc/s1600/BELGIN-DORUK-ARTIST-1964.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 227px; height: 320px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEghSmM0IwugiZjA6C2zQcApDAvslnOZZMQE_6G9BiDFJFxwYbp5n93uaWJZoe6oV7LnIDHbqPH5mrso8iFYgjGFlGtPcmw9R076HN2PPW1DSRo0tkbwYRqKcgmo1ph7Hjgdrhn_iPcLwIc/s320/BELGIN-DORUK-ARTIST-1964.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5594612861718343650" /></a><br />Ayrıca sanatın öyküsünü okurken belginlik kelimesiyle karşılaştım. Sonra pek sevgili Deniz'imin bir postu aklıma geldi ve sözlükten arattım. Türk Dil Kurumu'nun Büyük Türkçe sözlüğüne göre <span style="font-weight:bold;">düşüncelerin tam bir açıklık ve kolaylıkla anlatılma niteliği</span> demekmiş. belgin de <span style="font-weight:bold;">fikri titizcesine bir tamlıkla anlatan (söz, ifade)</span> anlamına geliyormuş. <br /><br />Kelimenin anlamı iki yere dokundu içimde. İlki Belgin Doruk'la ilgiliydi. İsminin anlamı ve seçtiği mesleğin amacının uyumu çok hoşuma gitti. Sonra düşündüm, isimleri sadece ait oldukları kişilere bağlıyoruz genelde. Anlamlarının içini boşaltıyoruz. Ama durup bir "bu kelime ne anlama geliyor" diye düşününce, ismi isim olarak değil de, bir kelime olarak ele alınca, her şey farklı bir renge bürünüyor sanki, isim de kişi de.<br /><br />Belginlik kelimesinin dokunduğu ikinci yer ise çok daha kişisel. Bu blogun amacını, belki hayatımın amacını tanımlıyor bu kelime. Şu ana kadar bu kelimeyi bilmiyor olmam, bu kelimeyle tam da şimdi karşılaşmam kadar şaşırtıcı geliyor bana.rothttp://www.blogger.com/profile/08089280514177342760noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-8556022975324936889.post-71352009000922138882011-04-10T23:20:00.000-07:002011-04-10T23:22:57.365-07:00objeler ve güçleriDün gece sanatın öyküsünün ilk bölümünü okudum. Bugün sanat olarak sınıflandırdığımız objelerin ilk yapıldıkları anda işlevsellikleri ve güçleri üzerinden değerlendiriliyor olmaları çok hoşuma gitti. Aslında mantıklı olan o tabii ama düne kadar mağara resimlerini düşündüğümde bunu tamamen "ilkel" sanatsal amaçlarla yapan insanlar geliyormuş aklıma. <br /><br />mağara resimleri derken özellikle hayvan resimlerinden söz ediyoruz. Gombrich bu resimleri özellikle avcıların, bu hayvanları yakından tanıyan ve üzerlerinde güç sahibi olmak isteyen insanların yaptığını söylüyor. <br /><br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjUMIgHdR3yt6ywInAPPhkpVcH2Trtn02o8mPUMZxac-yUsc-VA1PXtTlo2jYBsmhOgtiCRO759Iyt5eq7fJu-xfb5aB0wpJHSA4lLhcnzAS5VVkM0w8996nt7gUJIaNBsXyZpjZ3ATwgjE/s1600/cave_painting_horse.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 205px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjUMIgHdR3yt6ywInAPPhkpVcH2Trtn02o8mPUMZxac-yUsc-VA1PXtTlo2jYBsmhOgtiCRO759Iyt5eq7fJu-xfb5aB0wpJHSA4lLhcnzAS5VVkM0w8996nt7gUJIaNBsXyZpjZ3ATwgjE/s320/cave_painting_horse.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5457375398607393554" /></a> <br /><br />Kitapta kullanılan resme bakarken bir şey dikkatimi çekti. Giriş bölümünde Gombrich resim ve sanatta gerçeği yansıtmayı sanatsallığın bir ölçütü olarak kabul etme/etmeme meselesini tartışırken koşan at resmi örneğini vermişti. Fotoğrafın icadına kadar koşan atlar aşağıdaki gibi resmediliyordu:<br /><br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjPh33gf0XHVrzlkkyIPLAawU-dL1cQd1hQl3IbxKUJIyhWtWidVjhv-kx4SgrpWRHwgj0dsaz45o0yyHq9-5NGRuHhvOcnyBN9oYdkHpo8-bCQ84IVcBUaV2oeMRbytVlaYQap2Sifo-Lg/s1600/Currier_and_Ives.horse.1890.sm.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 235px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjPh33gf0XHVrzlkkyIPLAawU-dL1cQd1hQl3IbxKUJIyhWtWidVjhv-kx4SgrpWRHwgj0dsaz45o0yyHq9-5NGRuHhvOcnyBN9oYdkHpo8-bCQ84IVcBUaV2oeMRbytVlaYQap2Sifo-Lg/s320/Currier_and_Ives.horse.1890.sm.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5457376302725580786" /></a><br /><br />fotoğraf icat edildikten sonra hareket halindeki bir atın fotoğrafı çekildi ve aslında atların böyle hareket ettiği görüldü: <br /><br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjnwHZYrUGV48qiqFt4BbuEuanpRUtKCX7Ps4ZygQTQwvz6XFQl4VuCfazd5aMJ6FzH6Fu50FF7MhjLaGvk_9hlFduhYBpqKfcVEZdPKaglwRyC5vinTDRKVgZ-_PrGE1B1cXbLBsXfkBec/s1600/800px-The_Horse_in_Motion.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 198px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjnwHZYrUGV48qiqFt4BbuEuanpRUtKCX7Ps4ZygQTQwvz6XFQl4VuCfazd5aMJ6FzH6Fu50FF7MhjLaGvk_9hlFduhYBpqKfcVEZdPKaglwRyC5vinTDRKVgZ-_PrGE1B1cXbLBsXfkBec/s320/800px-The_Horse_in_Motion.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5457377163881388578" /></a><br /><br />bu üç resme baktığımda dikkatimi çeken şey ise şu: Tarih öncesi, "ilkel" insanlar atın koşmasını 100 yıl önceki ressamlardan daha doğru bir şekilde resmediyorlarmış!rothttp://www.blogger.com/profile/08089280514177342760noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8556022975324936889.post-80307214313271422422011-04-10T08:06:00.000-07:002011-04-10T08:10:24.087-07:00Aziz Matta ve MelekSanatın Öyküsü'nün giriş bölümünü okurken gördüğüm resimlerden beni en çok etkileyen Caravaggio'nun "Aziz Matta ve Melek" resmi oldu. <br /><br />Caravaggio'dan 1600 dolaylarında Aziz Matta'yı vahiyleri yazarken betimleyen bir resim yapması ve vahiylerin tanrısal özelliğini vurgulamak için de, resimde ilham kaynağı bir melek olması istenmiş. Caravaggio, Aziz Matta’yı, kaba saba, yapmakta olduğu vahiy yazma işinden hayli tedirgin, elindeki koca kitabı zorlukla tutan sıradan bir adam, meleği de küçük bir çocuğa ya da bir öğrenciye yol göstermeye ya da onu sakinleştirmeye çalışır gibi elini Aziz Matta'nın koluna koymuş bir şekilde resmetmiş. Elbette ortalık birbirine girmiş. Kutsal ve ilahi olanın "sıradan" olana dönüştürülmesi dönemin insanları tarafından kabul edilemez bulunmuş ve hayatından endişe eden Caravaggio halkın ve kilisenin beklentilerine uygun bir resim yapmak zorunda kalmış. <br /><br />Aşağıda iki resim de bulunuyor:<br /><br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgiAvOzqpsuBI2JSg315MTjUL3uNTMmkquOVZt9waZsow23a3yiWjvkGK1r1NlelDvuLuMlLEKJ7PQL-RO_q863734TrgmFEuY7y5PjeYf99NmVuFnhisXlx69Ge5pyCdcgG09rTPK1JK_k/s1600/Caravaggio_MatthewAngel.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 254px; height: 320px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgiAvOzqpsuBI2JSg315MTjUL3uNTMmkquOVZt9waZsow23a3yiWjvkGK1r1NlelDvuLuMlLEKJ7PQL-RO_q863734TrgmFEuY7y5PjeYf99NmVuFnhisXlx69Ge5pyCdcgG09rTPK1JK_k/s320/Caravaggio_MatthewAngel.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5454505220030950722" /></a><br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhvZijpTDDfFoZ8QpoYnZ4dUGQm27jj4PilO2JLlXjXMrXG3vhaFCjvMFp_8eT2uI7dCUM34_jXJEyAtrwdXF2CeRHsDgQiuiTsVlBPEavuifOGKJFU0Q5eq-1VtttCrOPFXGKjNkU2Oifd/s1600/rprdgy6.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 228px; height: 320px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhvZijpTDDfFoZ8QpoYnZ4dUGQm27jj4PilO2JLlXjXMrXG3vhaFCjvMFp_8eT2uI7dCUM34_jXJEyAtrwdXF2CeRHsDgQiuiTsVlBPEavuifOGKJFU0Q5eq-1VtttCrOPFXGKjNkU2Oifd/s320/rprdgy6.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5454505314150915666" /></a><br /><br /><br />Bu iki resme baktığım zaman ilkinin gücü ve gerçekliğinin yanında ikincisinin suya sabuna dokunmaz hali çok sönük kalıyor benim için. Kişisel beğenimin ötesinde başka bir şey daha var bu iki resim de bana seslenen. İlk resme baktığım zaman, yaptığı işi büyük harfle görmeyen, taze bir gözle bakan ve tamamen kendi bakış açısını yaptığı işe yansıtan bir adam görüyorum ben. İkinci resimde ise bütün bunlar tersine dönmüş. Birşeylerden sürekli büyük harflerle bahseden bir takım insanlar, çimenler yeşil, gökyüzü mavi diye bağırmışlar ve sonuç güzel olmasına güzel ama (bence) sıradan bir resim olmuş. <br /><br />İşte ben de böyle işler yapmak istiyorum hayatta. Kendi bakış açımı yansıtan ve yeni bir şeyler söyleyen makaleler yazmak, söylemek istediğim neyse onu söylemek istiyorum. Çok yapılabilir gibi geliyor insana. Ancak önce büyük harflerimden kurtulmam gerekiyor sanırım. Yapabilirim diyorum, ne dersin?rothttp://www.blogger.com/profile/08089280514177342760noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-8556022975324936889.post-27434091024787107742011-04-08T01:00:00.000-07:002011-04-08T01:35:06.879-07:00metro düşünceleri<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh2A1g2hAagj8N7lhOkNaNrnFth9M6o5f7G7V52eavfX_aV-1OzCHG2Fl55dCk8N9XJGh8HY7wkveStPZFlh_30JTr_o2nNgHKOkGuZpzIytkR5TSU2Vr0_6r93j2lkkJXe6VchoVqvE20/s1600/ankara_subway_detail_3_by_cangazial.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 228px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh2A1g2hAagj8N7lhOkNaNrnFth9M6o5f7G7V52eavfX_aV-1OzCHG2Fl55dCk8N9XJGh8HY7wkveStPZFlh_30JTr_o2nNgHKOkGuZpzIytkR5TSU2Vr0_6r93j2lkkJXe6VchoVqvE20/s320/ankara_subway_detail_3_by_cangazial.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5593120225368049922" /></a><br />Kabul ediyorum, İstanbul metrosuna alışmam oldukça zaman aldı. Son bir-bir buçuk seneye kadar metro yerine taksi ya da otobüs kullanmayı tercih ettim. Bu durumu da tamamen metro alışkanlığını edindiğim yerin Paris olmasına bağlıyorum. Evet Paris'e gittim Metroya bindim, üstelik alışkanlık kazanacak kadar uzun koskoca 38 gün! Fransa vizesini almaya çalışırken bana Fransa'da ne kadar kalacaksınız diye soran vize görevlisine 38 gün diye cıvıldamam ve adamın bana yazıııkk bakışları nedeniyle gün sayısını unutmuyorum. Yine de o tepkinin vize almamda oldukça etkili olduğuna inanıyorum, o ayrı. <br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhR0NghqzfOaJ4CdT3Dbe9Yo50A4q9YvEMecRjOf-mW5po7Sf5r9WaNov61ndjfweGBaiV71jfsy7cY9hlTZuewvUnTE84Jhc_qayikuRPcwcTppRdSX6ERCyY0RAjBCI_R1NCcP-QdShU/s1600/18141_1221111603205_1091390560_30595521_6965272_n.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 214px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhR0NghqzfOaJ4CdT3Dbe9Yo50A4q9YvEMecRjOf-mW5po7Sf5r9WaNov61ndjfweGBaiV71jfsy7cY9hlTZuewvUnTE84Jhc_qayikuRPcwcTppRdSX6ERCyY0RAjBCI_R1NCcP-QdShU/s320/18141_1221111603205_1091390560_30595521_6965272_n.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5593124013473980978" /></a><br />Bakar mısınız, ne kadar gencim! Yanımda duran minik velet, kuzenim Massis, şimdi dana kadar oldu, üniversiteye gidiyor. Hey gidi hey. İşte 21 yaşının baharında heyecanlı ve hep bir fransız lisesinde okumayı hayal etmiş ama bir alman okulunda okumuş biri olan bendeniz, oradaki akraba bağlantılarımı kullanarak -canım amcam- paris-marsilya-paris üçgeninde bir 38 gün geçirdim. Bu 38 günün çoğu Paris kazan ben kepçe, Paris sokaklarında yürüyerek, metroyla oradan oraya savrularak geçti. Fotoğraftan anlaşılmasa da, o dönem bayağı uzun olan saçlarımı savurarak, bit pazarından aldığım kıyafetlerin içinde, seinne nehrinin yanındaki sahaflardan aldığım ikinci kitapları Paris parklarında okumak suretiyle kendi kafamda çektiğim romantik bir sanat filminin başrol oyunculuğunu yaptım günlerce. Şimdi geçmişe dönüp bakınca -"ah yazııkkk pek de şaşkınmışım" diyorum kendime. Tabi bunu demek şu konuda bir merak da doğuruyor içimde; acaba bir 11 sene sonra da bu günkü halime bakıp aynı cümleyi kuracak mıyım? <br /><br />Neyse efendim işte bu Paris gezisinde şehrin uzak yerlerine çabuk gitmek için kullandığım için metro kavramı bende bu şekilde yerleşti. "Metro daha çok yurtdışındayken, şehir içinde uzak yerlere çabuk gitmek için kullanılacak bir araçtır" Yani Kurtuluş'ta oturan bendenizin Taksim'e gitmek için metro kullanması abes bir durumdur. İşte bu bakış açısını bırakıp "aa bitakka yaaaaa iyimiş bu metro" noktasına ancak son 1-1,5 senede gelebildim. Ama olsun, bu da bir başarı, hiç olmayabilirdi de değil mi?<br /><br />Bu sabah metroda gelirken düşündüklerimi yazacaktım aslında. Sonra düşündüm onları zaten diye canım istemedi, düşündüklerimi an be an aktarmayı tercih ettim. Ama illa onlar neydi diye soracak olursanız, "liste" başlıklı postumdaki ergenken yaptığım salaklıklar listesi, size iyi bir ipucu verebilir. Oradaki kıyafetleri alın, yerine hoşlanılan erkekleri koyun. Tamam süper oldu. <br /><br />Mıncık eder, saygı sunarım.rothttp://www.blogger.com/profile/08089280514177342760noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-8556022975324936889.post-12984389834906857892011-03-16T00:39:00.000-07:002011-03-16T00:55:01.658-07:00yaşasın bloglar döndü!!!<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiTcTIuGq3Km2pRiK5WJcawLb-_YoTH__4CoYjV_mzGDfV4bK-UBcQ5br_8SagVFLGpuRoJ0etPX5o55fGurvpZuDsTCwJqvRml3cMUHNIJjpHB6Kv6mGHlls0C3-aevb9B-58XYtCasn0/s1600/bebechan.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 209px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiTcTIuGq3Km2pRiK5WJcawLb-_YoTH__4CoYjV_mzGDfV4bK-UBcQ5br_8SagVFLGpuRoJ0etPX5o55fGurvpZuDsTCwJqvRml3cMUHNIJjpHB6Kv6mGHlls0C3-aevb9B-58XYtCasn0/s320/bebechan.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5584579922864652786" /></a><br />Çok mutluyum! Evet, dün gazeteden haberini almıştım ancak, yine de içimde bir şüphe bir gerginlik bekliyordum. Çünkü gazetede çıkmasına rağmen blogum hala açılmıyordu. Uzun süre ara verdikten sonra ilk yazımı yazmak için araştırmalara giriştiğim gün bloglar kapatıldı. Bunu blog tanrıları tarafından ihmalkarlığım nedeniyle bana verilmiş bir ceza olarak gördüm ben de. Öyle ya bir aydan fazla bir süredir sesim soluğum çıkmıyordu ve bazı izleyicilerimden kızgınlık dolu mailler almaya başlamıştım (eheh çok karizmatik oldu böyle yazınca). Sadık bir blog okuru olarak sevdiğim bloglar sık güncellenmediğinde hissettiğim şeyleri başkalarına hissettiriyor olmam blog tanrılarını feci gıcık etmiş olmalıydı. Onlarda o yüzden bana yeniden blog yazmak için dayanılmaz bir istek, ama bu isteği gerçekleştirememem için açılmayan bir blog vererek intikamlarını almak istemişlerdi.<br /><br />Neyse ki onlar intikam isteklerini çabuk doyurdular ve digiturk de üyeliğimi iptal ettirmeme gerek kalmadan aklını başına aldı ve tam doğumgünümde blogların açıldığı haberini aldım (bu arada yine tam doğumgünümde çok acayip bir başka haber daha aldım ama bunu henüz paylaşma cesaretini gösteremeyeceğim sanırım). Sevgili blog tanrıları, bana verdiğiniz bu doğumgünü hediyesinin kıymetini bileceğim ve blogumu bir daha bu kadar uzun süre ihmal etmeyeceğim, söz!<br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjKCr3iDrECf1ehU7AIao9Rzxjymp6-htOvNHki75pjfSkYiPTi-swFHYTdrY9RQa2UEfcfODoOvp6hhzmwDZWlYPBXvh4rgTmpAJyOaNHeV6wECWT_reFIHhlCD6bfzNK-UiRcmf0Wn0k/s1600/doom.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 220px; height: 320px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjKCr3iDrECf1ehU7AIao9Rzxjymp6-htOvNHki75pjfSkYiPTi-swFHYTdrY9RQa2UEfcfODoOvp6hhzmwDZWlYPBXvh4rgTmpAJyOaNHeV6wECWT_reFIHhlCD6bfzNK-UiRcmf0Wn0k/s320/doom.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5584582016195326706" /></a><br />Dün doğumgünümdü, yukarıda da bahsettiğim gibi. Yukarıdaki karikatür geçen seneki parti davetiyemde vardı sanırım. Yaşlanmak konusundaki hislerimi son derece açık bir biçimde yansıttığı için çok seviyorum. Artık dana kadar olmuş biri olarak, size şu kadarını söyleyebilirim: Her sene kendimi daha hafiflemiş, yüklerinden kurtulmuş ve daha bütünleşmiş bir insan gibi hissediyorum. Eskinin büyük dertleri şimdi biraz komik ve hayatın küçük anları daha da kıymetli. Yaşlanmayı seviyorum - birde kırışık meselesi olmasa.<br /><br />işte böyle efendim, ben de blogum da döndük, emrinize amadeyiz!rothttp://www.blogger.com/profile/08089280514177342760noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-8556022975324936889.post-41660446013822129602011-01-20T23:30:00.000-08:002011-01-21T03:56:36.737-08:00Rot's 10 Essential Elements - Must have basic wardrobe pieces -For menDaha önce Tim Gunn'ın kadınlar için hazırladığı 10 parçalık olmazsa olmaz kıyafetler listesinden söz etmiştim. O listenin kendi versiyonumu hazırladığım gün hazırladığım ve nedense sizlerle paylaşmayı geciktirdiğim erkek versiyonun da sıra. Ama öncelikle uyarayım benim 10 parçalık listem böyle görünen erkeklerden çok:<br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjkDKKEF3phjVzZ83Noy48XPdvk2CgglS4_QeSFDmVrddm0ypbwUZkv0ICR64qv0ZlQhIu8uw6YssrzjCLAIPTmsyLlx13b0T7G86SivM8uFGkhpMTDsuaxqCys5X2YLrfEuyacosdiqu0/s1600/293.westwick.ed.100808.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 198px; height: 320px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjkDKKEF3phjVzZ83Noy48XPdvk2CgglS4_QeSFDmVrddm0ypbwUZkv0ICR64qv0ZlQhIu8uw6YssrzjCLAIPTmsyLlx13b0T7G86SivM8uFGkhpMTDsuaxqCys5X2YLrfEuyacosdiqu0/s320/293.westwick.ed.100808.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5564539009852838386" /></a> Böyle görünen erkekler için (orlando'cuğum, selam ederim):<br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgeI9KOtjy9RFqh91ONFVJAITGGp9FXvtoEnyvqZ5GriCdOAHf58dSJXsHW78cnGIBtjDwbcarlz4rmbQQ4-AbXbyMdqVoQkKK88fEz2Ubfia71sEROokwEJ2miZRn6FiwZ3vuBgiB_GoA/s1600/orlando-bloom-hugos.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 300px; height: 300px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgeI9KOtjy9RFqh91ONFVJAITGGp9FXvtoEnyvqZ5GriCdOAHf58dSJXsHW78cnGIBtjDwbcarlz4rmbQQ4-AbXbyMdqVoQkKK88fEz2Ubfia71sEROokwEJ2miZRn6FiwZ3vuBgiB_GoA/s320/orlando-bloom-hugos.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5564539181986256466" /></a> Tim Gunn benim gibi özverili davranıp erkekler için bir liste hazırlamamış, o nedenle elinizde yalnızca benim bu konudaki derin içgörü ve üstün zevkim var. Buyrun buradan yakın:<br />1. Siyah Gömlek: Kısa kollusu, uzun kollusu farketmez, azıcık dar kesimli olsun yeter. Sizin için siyah gömlek, bizim için siyah elbise neyse o arkadaşlar. Takımın içine giyin karizmatik olsun, kotun üstüne giyin karizmatik olun, şortun üstüne giyin karizmatik olun, olun da olun yani. Karizmatiklik baki, tek ayar yapılması gereken konu şıklık derecesi, onu da yan aksesuarlar sizin için halledecek. <br />2. Depresyon hırkası: Şimdi biz kızlar -en azından çoğumuz- Kurt Cobain'in üstünde gördüğümüzden beri bu hırkalara hasta oluyoruz. Biz kendi depresyon hırkalarımızı depresyonumuzun için kaybolmak için giyiyoruz belki, ama lütfen siz depresyon hırkanızı bizim için giyin. Aşağıda bir depresyon hırkasının ulaşabileceği son noktayı sizlerle paylaşıyorum: <br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj52KTTuSu-Oy6aMEZaf8ymbpEJaA__QnoETURS1HthyphenhyphenP3qfKHPyggaXmU9FjztIlkLWteySORbNixE0W_Rm7XlsizKLAZzuTM-myEfx2JZS_uNvBPoJb4ZLAuF3UhA2a1DhPrZrcJ0l_Y/s1600/ohme.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 270px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj52KTTuSu-Oy6aMEZaf8ymbpEJaA__QnoETURS1HthyphenhyphenP3qfKHPyggaXmU9FjztIlkLWteySORbNixE0W_Rm7XlsizKLAZzuTM-myEfx2JZS_uNvBPoJb4ZLAuF3UhA2a1DhPrZrcJ0l_Y/s320/ohme.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5564542141839916930" /></a><br />3. Karizmatik kot pantolon: Şimdi nasıl oluyor derseniz, en karizmatik kot pantolon beden şeklinize en uygun pantolon derim size. Darı bolu fark etmez. Nasıl olmaması gerektiği hakkında çok önemli bir takım uyarılarım var. Bir kere kesinlikle üzerinde zımba, ataç, raptiye tadında abukluklar olmamalı. Paçaları yerlerde sürünmekten yırtık pırtık olmamalı. Son olarak da kesinlikle ama kesinlikle, garip garip yerleri çeşitli kimyasallara açılıp tuhaf parlak bir renge büründürülmüş olmamalı. Lütfen, çok rica ediyorum. Lütfen.<br />4. Renkli fermuarlı: Karizmatik pantolonunuzu giydiniz, siyah gömleği çektiniz ve depresyon hırkası modunda değilsiniz. İmdadınıza sıkıcı olma ihtimali olan her kıyafeti renklendirecek, renkli fermuarlılar yetişiyor. Adidas'ın Jack'n Jones'un, ne bileyim ben, aklınıza gelecek her mağazanın bu süferli ürünler için ayrılmış bir kısmı var. Burada önemli nokta yakışan renkler seçmek, ergen lise öğrencileri gibi kocaman bol şeyler değil de, daha bir üstünüze omuzlarınıza oturan kesimler tercih etmek ve önemlisi öyle dümdüz tek renkli şeyler yerine bir esprisi olan fermuarlılara yönelmek. Bir deneyin, farkı göreceksiniz.<br />5. Janjanlı spor ayakkabı: Bütün bu yukarıda saydığım kıyafetlerin altına sivri burunlu (ay daha kötüsü, sivri burunlu başlayıp, yarıda kesilerek küte dönüşen burunlu) deri ayakkabı giyecek haliniz yok herhalde. Markalar çeşitli, modeller çeşitli, tarzlar çeşitli.Hangisini seçeceğiniz size kalmış. Ancak burada da asla yapılmaması gereken şeyler var. Öncelikle burada spor ayakkabı kavramından söz ediyoruz tamam ama asla spor yapmak için tasarlanmış ayakkabılardan söz etmiyoruz. Daha rahat olabilirler, daha sağlıklı olabilirler, kabul ediyorum. Ama kesinlikle pantolonun altına uygun değiller. Siz onları koşarken, coşarken giyin, bize istediğimiz düzgün şehir için karizmatik kullanım için tasarlanmış ayakkabıları verin. Biz sizin için topuklu giyiyoruz hem, karşılaştırma bile kabul etmez.<br />6. Eğlenceli çorap: Evet, belki bunu beklemiyordunuz ama çoraplar çok mühim. Bu kıyafetlerin altına, lastikleri bozulmuş, parmağı delinmiş, rengi kırarmış baba çorabı olmaz. Piyasada erkekler için tasarlanmış inanılmaz güzellikte çoraplar var. O yüzden bahane istemiyorum. <br />7. Takım elbise: Evet biliyorum, bunu size Tim Gunn da söylerdi, benim söylememe çok ihtiyacınız yok. Ama bu takım elbisenin önemli olduğu gerçeğini değiştirmez. Takım elbise seçerken lütfen, kolay kırışmayacak ve leke göstermeyecek bir kumaş seçin. Siz de ben de biliyoruz ki, bakımına ve temizliğine pek ilgi göstermeyecek, eve gelince çıkarıp oraya buraya atacaksınız. Bu pratik meseleyi halletiysek, takım elbise konusundaki diğer önemli hususlardan söz edelim. Öncelikle, bedeninize uygun olsun, büyük ya da küçük bedenler takım elbisede çok belli ediyor kendini, olmuyor hiç. Sonralıkla, aynı renk kemer ve ayakkabıyla tamamlanmalı, ve kravatı da dam üstündeki saksağanın beline kazmayı vurmamalı. Yani demem o ki, bordo ayakkabı, siyah kemer olmaz, üzerinde civcivler olan kravatlar her ortama uymaz.<br />8. Kaşkol: Burada renk, desen, cıvıklık seçimi tamamen size kalmış. Sıcak tutan yararlı aksesuarlar olmalarının yanı sıra, göze oldukça hoş da görünüyorlar. Tavsiye ediyorum.<br />9. Kadife ceket: Yine renk size kalmış ama ben yeşil, siyah, gri, koyu kahverengi, lacivert gibi renkleri öneririm. Burada yine bele oturan bir kesim seçmeniz yararınıza olacak. Boynunuza da uyumlu bir atkı taktınız mı, Tuna Kireöitçi bile tutamaz sizi. Şaka şaka, valla yakışıklı olursunuz.<br />10. Dizleri çıkmamış eşofman altı: Bu madde sokak modasına hitap etmiyor biliyorum. Ama şu anda bir kadınla birlikte yaşayan, ya da gelecekte yaşamayı düşünen bütün erkekler, sizlere sesleniyorum. Ev kıyafeti rahatlığına aldanıp, dizleri üçgen duran, rengi solmuş, poposu delinmiş, paçaları büzüşmüş ve kısalıp genleşmiş eşofman altları giymeyin. İşportada tanesi 5 lira. Baktınız, sünüyor, şekilsizleşiyor, hemen yenisi ile değiştirin. Siz nasıl bizi güzel ve hoş görmek istiyorsanız, biz de sizi yakışıklı ve bakımlı görmek istiyoruz. <br /><br /><br />Erkeklere nacizane önerilerde bulunduğum, kadınlara ise bir takım über yakışıklı erkek fotoğrafları sunduğum postumun sonuna gelirken bir kaç muhteşem erkek daha göstermek istiyorum sizlere. Buyrun efendim, iyi cumalar.<br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiIrl5KT329N6Nm5sERW5Af4Rg_i2f9indImz-8p4dJ4NVBsRUt4NhMU3NOqlTFl1sbR0PDdusHuWbNUNVyq6FIf6Rsb4QmPwIxxuxYmvZ-CfM7hwlsm-UOqNNqsHVQvpNgu1aKgdJRW1A/s1600/ewan-mcgregor-kurt-cobain-movie-1-17-07.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 255px; height: 320px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiIrl5KT329N6Nm5sERW5Af4Rg_i2f9indImz-8p4dJ4NVBsRUt4NhMU3NOqlTFl1sbR0PDdusHuWbNUNVyq6FIf6Rsb4QmPwIxxuxYmvZ-CfM7hwlsm-UOqNNqsHVQvpNgu1aKgdJRW1A/s320/ewan-mcgregor-kurt-cobain-movie-1-17-07.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5564554127669462194" /></a><br /><br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjleyjlYr9KDO6TnDZ53m_nWbcOFA_lgZRgkrI_H2DSUdycAyN48cgH08Ark7TdVbCJXYN5RpMstXQjglN1oQ6SI6nxleIYGy76-1WPsBB76ubS5gE8f0bNSTEiN3adD_vwaf3Ar-87uLg/s1600/johnnydepp_smokes_fanpop.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 262px; height: 320px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjleyjlYr9KDO6TnDZ53m_nWbcOFA_lgZRgkrI_H2DSUdycAyN48cgH08Ark7TdVbCJXYN5RpMstXQjglN1oQ6SI6nxleIYGy76-1WPsBB76ubS5gE8f0bNSTEiN3adD_vwaf3Ar-87uLg/s320/johnnydepp_smokes_fanpop.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5564554737059248258" /></a><br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiz2uyAIO6FX65ukHGAiCfo8YVNP4pNp2MJkC86-8i_UbP-dbSX9JSUJnGQQNZccDGR9YCJawoT_drrkZyUYIDFYzFzIPxHc4M5VXf7L3jNJJ8aR1mLfBO54T4OQUcb3Ge7jRKySOsU_ZY/s1600/Battlestar-Galactica152.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 229px; height: 320px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiz2uyAIO6FX65ukHGAiCfo8YVNP4pNp2MJkC86-8i_UbP-dbSX9JSUJnGQQNZccDGR9YCJawoT_drrkZyUYIDFYzFzIPxHc4M5VXf7L3jNJJ8aR1mLfBO54T4OQUcb3Ge7jRKySOsU_ZY/s320/Battlestar-Galactica152.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5564554926996743698" /></a><br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhjOr5Y9wuYJwwJhUN9Kdt_F9TM_P22hDU7qnF0RVT_1dD_uAF3S2TpOo0WkKCP8haSzo4YYF5wHRGkP0tqHpCo1BwZdY4h-LvqW-9xGQRUagKs66cBEjl5dIFdUlvY-wZte8hZv7LUsUk/s1600/19979_sam-anders-16-crop.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 246px; height: 320px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhjOr5Y9wuYJwwJhUN9Kdt_F9TM_P22hDU7qnF0RVT_1dD_uAF3S2TpOo0WkKCP8haSzo4YYF5wHRGkP0tqHpCo1BwZdY4h-LvqW-9xGQRUagKs66cBEjl5dIFdUlvY-wZte8hZv7LUsUk/s320/19979_sam-anders-16-crop.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5564555027252164930" /></a>rothttp://www.blogger.com/profile/08089280514177342760noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-8556022975324936889.post-61260080150427798432011-01-17T05:13:00.000-08:002011-01-21T03:55:49.287-08:00Kızımız ne iş yapıyor? part - 3<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhZ_B5AwVgJF8oNX29IKFYwZq2UHy4JtKtrhWdP08hDXLsi0-tkVUrd3sBik_NyB7GYRusLJLLrDnDk8NIGV7uitwgfQFeNUUyEt1yFdwWWRfihX3xglqZrgwpML8W_L-wkl4aEuMLDcr4/s1600/japbab.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 232px; height: 320px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhZ_B5AwVgJF8oNX29IKFYwZq2UHy4JtKtrhWdP08hDXLsi0-tkVUrd3sBik_NyB7GYRusLJLLrDnDk8NIGV7uitwgfQFeNUUyEt1yFdwWWRfihX3xglqZrgwpML8W_L-wkl4aEuMLDcr4/s320/japbab.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5563144586340484882" /></a><br />Merhaba pek sevgili blog okurlarım, yeni bir kızımız ne iş yapıyor bölümüyle daha karşınızdayım. Aslında bugün anlatacağım konu benim doğrudan üzerinde çalıştığım bir konu değil, ama yine de bellek ile ilgili ve pek de eğlenceli. Bir de üstüne sizin katılımınızı gerektiriyor. <br />Konunun geri kalanına geçmeden önce size bir sorum var: Hatırladığınız ilk anınız nedir? Şöyle bir düşünün ve gidebildiğiniz kadar geriye gidin. Zorlayın biraz kendinizi. Buldunuz mu? Tamam, şimdi bu olay kaç yaşınız da oldu, bir de onu bulmaya çalışın. Oldu mu? Harika. <br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj7wuqGQpcJiMi8WmUn0og4lthwqohx_nCCe1zBwQHX3rLKnCn4lnyqiVWNtpE_9gSao2sA9bgcmnT58ejoxLLIg67etAOBNfrVu3V7gP3_HM7asQonVvYADcJ54snca3zi7OvCh0HZji8/s1600/burcu1.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 218px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj7wuqGQpcJiMi8WmUn0og4lthwqohx_nCCe1zBwQHX3rLKnCn4lnyqiVWNtpE_9gSao2sA9bgcmnT58ejoxLLIg67etAOBNfrVu3V7gP3_HM7asQonVvYADcJ54snca3zi7OvCh0HZji8/s320/burcu1.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5563146272583226466" /></a><br />Benim hatırladığım ilk anım şahane bir insan olan abime dair. Eski evimizin balkonundayız, ben yerde oturuyorum ve aşağıya bakıyorum, aşağıda abim bir sürü çocuğun arasında kafasını kaldırmış bana bakıyor, üstüne kukuletalı bir palto var. Kendi bacaklarımı görüyorum, boğum boğum bebek bacakları, kafamı arkaya çeviriyorum ve sırtımı dayadığım annemin bacaklarını ve dizlerindeki eteğinin uçlarını görüyorum. Bu kadar. Diğer bir anımda ise adadaki evdeyiz, babam yanımda uyuyor, odada turuncu bir ışık var, fitilli kadife bir pike var yumuşak. Babamı orada uyur halde bırakıp, yataktan sürüne yuvarlana aşağı iniyorum. Bu anım da bu kadar. Bu iki olayın da tahmini gerçekleşme yaşı iki. Yaşın neden önemli olduğuna az sonra değineceğim (Bu arada isterseniz ilk anılarınızı yorumlar kısmında paylaşabilirsiniz, pek zevkli olur okuması)<br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiMS6SBMkxX2elfr3L74WTlz3MpgQDr29hIy4jnZGVM9ihLm3vJf3jnTlBebWgpCExtrQErZ-gFbxeT6ivZMUY4Bv_nriQGzP8lIufcKNmnxnxIhoce2VY6_1rlxSbuV_a0h1W5dyD2oBA/s1600/Resim2.png"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 175px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiMS6SBMkxX2elfr3L74WTlz3MpgQDr29hIy4jnZGVM9ihLm3vJf3jnTlBebWgpCExtrQErZ-gFbxeT6ivZMUY4Bv_nriQGzP8lIufcKNmnxnxIhoce2VY6_1rlxSbuV_a0h1W5dyD2oBA/s320/Resim2.png" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5563149830368772866" /></a><br />Yukarıda gördüğünüz tablo, yaşam boyu otobiyografik anıların nasıl dağıldını gösteriyor. Türkçe anlatmak gerekirse, ilk baştaki boşluk, çocukluk amnezisi olarak geçen, insanların genelde 4 yaşından geriye gidemediklerini ve bu dönemden anı hatırlayamadıklarını -ki bugün ilgi göstereceğimiz bölge orası-, sonrasında gelen bömçük, anı tümseği, insanların kabaca 10-30 yaş arası dönemden daha çok anı hatırladıklarını -ki nedenleri uzun ve ayrı bir yazının konusu-, sonda yer alan artış, yani yakınlık ise, yakın zamanda yaşadıkları olayları daha iyi hatırladıklarını gösteriyor -ki bunun pek bir açıklamaya ihtiyaç duyduğunu sanmıyorum-.<br />Çocukluk Amenizisi insanların hayatlarının ilk 4 yılından -ortalama bir sayı bu elbette- çok az miktarda anı hatırlayabilmelerine deniyor. Bu konuda çalışanların kullandığı iki temel yöntem var. İlki, benim de az önce size yaptığım gibi insanlara doğrudan ilk anılarını sormak. Diğer yöntem ise insanlara bir anahtar kelime verip, bu kelimenin hatırlattığı anılara ve olayın gerçekleştiği yaşa bakmak. Bu alanda yapılan çalışmalar olayın türünün ve katılımcının içinde yaşadığı kültürün ve cinsiyetin en erken anı yaşında bir etkisi olduğunu gösteriyorlar. Örneğin, aileden birinin ölümü, hastaneye yatmak, kardeş doğumu gibi olaylar daha erken yaşlarda olsalar bile hatırlanabiliyorlar. Asyalılar, Amerikalılara göre daha geç yaşlardan anılar hatırlarken, kadınlar erkeklere göre daha erken yaşlardan anı çağırabiliyorlar -burada da ödün vermiyoruz yani kızlar-<br /><br />Peki hanımlar beyler, soruyorum sizlere, neden hepimizde hayatımızın ilk 3-4 senesi kayıp? Bununla ilgili çok çeşitli açıklamalar var. Ben sizinle sadece 4 tanesini paylaşacağım.<br /><br />Bu açıklamalardan ilki psikoloji denilince herkesin aklına gelen ilk isim olan Sigmund Freud'dan geliyor. Freud'a göre bu yaşlarda gerçekleşen psikoseksüel gelişim süresince çocuklar pek çok travmatik olaylar yaşıyorlar ve bunları bastırmaya çalışıyorlar. Bu arada kurunun yanında yaş da yanıyor ve ne var ne yoksa bastırıp unutuyorlar. Freud'un teorilerine çok aşina biri değilim ama sanırım burada söylemek istediğini şöyle bir örnekle açıklayabilirim: Babasına son derece kıl olan erkek çocuk, parkta babasının annesine sarılmasından ve annesini kum havuzunda yalnız bırakmasından son derece travmatize olur ve bu nedenle ne bulursa hafızasının derinliklerine iter.<br /><br />İkinci açıklama ise nörolojik gelişim ile ilgili. Bu açıklamaya göre hafızamızın var olmasını ve işlemesini sağlayan en önemli iki beyin bölgesi, hippokampüs ve prefrontal korteks, üç yaşımıza kadar tam olarak gelişmedikleri için, uzun süreli bellek ve otobiyografik bellek de oluşamıyorlar. Başka bir deyişle çocuk halimizden uzun süreli beklemekle, birinden şipşak fotoğraf makinesiyle uzun metrajlı film çekmesini beklemek arasında pek bir fark yok.<br /><br />Burada bahsedeceğim son yaklaşım ise, çocukluk amnezisini dil gelişimiyle açıklıyor. bu açıklamaya göre, bu yaşlarda henüz tam olarak gelişmemiş olan dil becerileriyle çocuklar yaşadıkları olayları, kafaları dil bazlı çalışan yetişkin hallerinin anlayabileceği şekilde kodlayamıyorlar. Yani diyorlarki, Çocukken parkta kum havuzunda oynayışımızı, agu-agu-fuş-fuş-rın-rın-gugili şeklinde kodlayıp, sonra yetişkin halinizle bu anılara ulaşmayı ya da anlam vermeyi bekleyemezsiniz.<br /><br />Çocukluk amnezisini açıklamaya çalışan başka yaklaşımlar arasında, bilişsel gelişim ve sosyo-kültürel yaklaşımları da sayılmalı. Ama buraya yazarak durumu karıştırmak istemiyorum daha fazla. Merak ederseniz sorun bana, ayrıntılı yazarım başka bir postta.rothttp://www.blogger.com/profile/08089280514177342760noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-8556022975324936889.post-1907777012801008372011-01-10T05:56:00.000-08:002011-01-12T04:54:07.780-08:00Masa lambası<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgST58SEfJ99Ujk2C2QSu6hXhyphenhypheni2FPWc0-Tqh2xk-3UjbelCo5-49EFFmjAToqqm0WQcNRG8NyVExiz9gz0HVypXf0UTsDOUO1JWk4dCDHanU5EvImNNSMF620rVBC0TT08GQlOiFKpwTk/s1600/youngrestlesslogo.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 315px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgST58SEfJ99Ujk2C2QSu6hXhyphenhypheni2FPWc0-Tqh2xk-3UjbelCo5-49EFFmjAToqqm0WQcNRG8NyVExiz9gz0HVypXf0UTsDOUO1JWk4dCDHanU5EvImNNSMF620rVBC0TT08GQlOiFKpwTk/s320/youngrestlesslogo.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5560555996130686674" /></a><br />Bir kaç gündür kafamda masa lambaları üzerine bir post yazmak vardı. Masa lambalarını düşünürken aklım kaçınılmaz bir şekilde çocukluğumuzun akşam üstlerini tek başına bir diktatör misali yönetmiş, güzel türkçemize logoyu kullanma isteğinden olsa gerek, yalan rüzgarı olarak çevrilmiş diziye kaydı. <br />Amerika'da 1973'de gösterime giren dizi halen devam ediyor. Türkiye'de ise şaaşalı günleri daha çok benim kuşağımın çocukluğunda kaldı. En son bir bölümünü seyredeli herhalde 15 yıl oluyordur. Buna rağmen bazı olaylar ve görüntüler zihnimde son derece canlı. Kafamda kalan yalan rüzgarı olaylarına bir göz atalım:<br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgbZif5Cipt7Nj9skl_6edfz4OSgbUecVlcdJ1VsarWbHW4dMX-offUhNDF7N_HVq08LXHss2KoVqpn2euPjjZ4Yx0NguQLKBGYL_fkXp6YOikAuED2OLNp0bQqKG-UTyoos_aWpXtwmbw/s1600/images.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 192px; height: 262px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgbZif5Cipt7Nj9skl_6edfz4OSgbUecVlcdJ1VsarWbHW4dMX-offUhNDF7N_HVq08LXHss2KoVqpn2euPjjZ4Yx0NguQLKBGYL_fkXp6YOikAuED2OLNp0bQqKG-UTyoos_aWpXtwmbw/s320/images.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5560558656224887138" /></a><br />1. Ashley ve Viktor arasında bir ilişki vardı. Viktor Niki ile evliydi. Viktorya isminde mini sapsarı bir kızları vardı (sonra bir bölümde büyüyüp tabak suratlı kazulet bir kızıla dönüştü). Ashley Viktor'dan hamile kalıp bi şekilde bebeğini kaybetmişti. Bu aşk üçgeninde nedense kadınlarda bir Ashley tarafı tutma eğilimi vardı, yuva yıkan kadın olduğu halde. Onun o munis bakışları, yumuşak tavırları ve bence bir de üstüne kahverengi saçları, erkeğimi kaptıran diyen çirkefcene ve de sarışın Nikki'den daha özdeşleşilebilir geliyordu sanırım.<br />2. Bu Ashley'nin bir de Traci diye yazık bir kız kardeşi vardı, sarışın, böyle şişman, ezik, ne güzel ne çirkin bir insan evladı. Onun da çok yakışıklı (ona göre tabi) ve kaslı bir kocası vardı, yanlış hatırlamıyorsam Brad, bu Brad kişisi güzel ve fettan Lauren tarafından taciz ve de baştan çıkarma hamlelerine maruz bırakılıyordu. Bu üçgen de ise bütün kadınlar Traci'nin tarafını tutuyordu. Lauren'da Paul isimli sarışın kanca burunlu bir dedektifle birlikteydi yanılmıyorsam.<br />3. Victor'un Jack Abbot isimli ezeli bir düşmanı vardı. Jack'i başta çok çirkin bir adam oynuyordu, sonra daha sempatik ve yakışıklı bir adam geldi, o kadar nefret etmemeye başladık kendisinden. Bu Jack bir ara Nikki ile evlenmişti hatta, sürekli antin kuntin işler peşindeydi. Babasının karısıyla birlikte olmuştu (ki kendisi Jill Foster, ona da az sonra gelicem)<br />4. Jack, Ashley ve Traci'nin babaları olan John Abbot, Jabbot kozmetik şirketinin başındaki isimdi. Memi isminde bir yardımcıları vardı (sonradan bir aşk yaşandı galiba aralarında). Jill ile iki kere evlendi, iki kere aldatıldı. Tonton tatlı bir adamdı, onu da eskiden başka biri oynuyordu, ama eski ve yeni oyuncular birbirlerine o kadar benziyorlardı ki pek anlaşılmadı. Memi demişken, bir de bu Abbot ailesinin "kahvaltı istemiyorum memi, sadece kahve ve portakal suyu alacağım" diye bir tribi vardı, senelerce merak ettim, çocuğum tabi kahvaltıyı o şekilde pas geçme iznim yok. Sonra denedim bir gün, o kadar matah bir kombinasyon değilmiş, burdan sizlere sesleniyorum Abbot ailesi, efendi gibi edin kahvaltınızı!<br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh4WcHOZ3Y3Ppzsgkn-TdLtjLzcpJa_4cAcIT7iInA76tUp04potJrieyLQh6bHwGmOiJun38QWAOI1Ii9wNhJJyKBrIJzlqt6pFgsrH5az6aNi0Uks2R_ENgzAHHVU7ijoU4-qGnaJJSo/s1600/gercekjill.jpg"><img style="float:center; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 240px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh4WcHOZ3Y3Ppzsgkn-TdLtjLzcpJa_4cAcIT7iInA76tUp04potJrieyLQh6bHwGmOiJun38QWAOI1Ii9wNhJJyKBrIJzlqt6pFgsrH5az6aNi0Uks2R_ENgzAHHVU7ijoU4-qGnaJJSo/s320/gercekjill.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5561218573808487858" /></a>5. Jill, ah Jill... Ne kadar muhteşem ve şahane bir kötü kadındın sen. Manikürcü iken Phillip Chancelor'ı ayartıp ondan bir çocuk yapmak suretiyle, ölüm döşeğinde evlenmiştin adamla. Yılların kırışık oyuncu Katherine'nin baş düşmanıydın sen. JohnAbbot ile evliyken, Jack Abbot'la yatmıştın sen. Entrikalar kraliçesiydin. Kalın dudaklarına parlak kırmızı rüjlar sürerek girdiğin her ortamda fırtına gibi eserdin. Sonra ne oldu? Gittiler seni sünepe tuhaf bir oyuncu ile değiştirdiler, o amazon halinden eser kalmadı. Yalan rüzgarı defteri benim için senden sonra kapandı. Şimdi soruyorum size, yukarıdaki kadın mı inandırıcı kötülükte, aşağıdaki mi yoksa?<br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiSovakjjiKBMXCPPJ2N2vKq8Nfa8c_6NfdQQvcUbtgIZBTgFOMZKgbMuusz05uu-crx9mwcFKIJ22sRXwlcUfJU1af7sWrKdOD6IfR1yhv5t_CtFnDNkvY-LppZxZyg87B5Dt77B7HDlE/s1600/yalancijill.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 200px; height: 282px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiSovakjjiKBMXCPPJ2N2vKq8Nfa8c_6NfdQQvcUbtgIZBTgFOMZKgbMuusz05uu-crx9mwcFKIJ22sRXwlcUfJU1af7sWrKdOD6IfR1yhv5t_CtFnDNkvY-LppZxZyg87B5Dt77B7HDlE/s320/yalancijill.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5561219892704664898" /></a><br /><br />Neyse efendim, bütün bu entrika dolu bölümler, aşk, şehvet dolu sahneler, ölen karakterler (sonra mutlaka ölmüş gibi yaptığını anladığımız karakterler), aldatanlar ve aldatılanlar arasında bu insanların işleri vardı ve çalışıyorlardı. Sarı ışıklı, kahverengi mobilyalı ve yeşil döşemeli odalarda iş toplantıları yapılıyordu. Bu odalardaki büyük ve parlak çalışma masalarının üzerinde ise hep (sonradan Viktor newman lambası olarak bilinecek olan) aynı masa lambası duruyordu:<br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEitdFByvxHio5W1me-IC-aPPw3M7i3tTytGB-eby-0l-mq-AtLxfoRRUsvvuQ2wW4QA85fNTbsagFpIPHvq_bJeusiShXa28uVrvL9E-AhoWP9sQ5g8oi-J4DtgbaAxRTKhL_B6iPRoQFw/s1600/antique-brass-banker-lamp-t.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 206px; height: 320px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEitdFByvxHio5W1me-IC-aPPw3M7i3tTytGB-eby-0l-mq-AtLxfoRRUsvvuQ2wW4QA85fNTbsagFpIPHvq_bJeusiShXa28uVrvL9E-AhoWP9sQ5g8oi-J4DtgbaAxRTKhL_B6iPRoQFw/s320/antique-brass-banker-lamp-t.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5561222607500341218" /></a><br />Sonradan adının bankacı lambası olduğunu öğrendiğim bu lambalar uzun süredir alınacaklar listemde üst sırada yer alıyorlar. Ama bu lambalardan önce şu masalardan almam gerekiyor:<br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgEFj7jCUe81k9S93IwQT1IXpneEeAeNzetOj0e3r9HizpbwA4hW24wZ6L3GnBkrvPwj-BWrcNxn0F-cD6VnqFzdnry4a50oXV9rktExl6Ooq9kfwn_8y4KG-qMa8Z5iZYI-aQXytA2_oA/s1600/writing+table.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 308px; height: 271px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgEFj7jCUe81k9S93IwQT1IXpneEeAeNzetOj0e3r9HizpbwA4hW24wZ6L3GnBkrvPwj-BWrcNxn0F-cD6VnqFzdnry4a50oXV9rktExl6Ooq9kfwn_8y4KG-qMa8Z5iZYI-aQXytA2_oA/s320/writing+table.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5561223820843821778" /></a><br />lambalar konusunda diğer bir takıntım ise Tiffany lambalar. Tiffany'de kahvaltıdan tamamen bağımsız bir takıntı bu, bir dönem okuduğum pek çok kitapta karşıma çıktıkları (tiffany lambasının ışığında öyleyken böyle görünüyordu...) ve o dönem neye benzediklerini anlamamın bir yolu olmadığı için kafamda giderek büyümüş ve güzelleşmiş lambalardı bunlar. Sonra bir şekilde öğrendim neye benzediklerini, kafamdaki kadar güzel olmasalarda, çok güzellerdi. Ve ben şu kırmızı koltuğuma oturup, tiffany lambamın ışığında kitap okuyacağım günleri bekliyorum. Çakma olsa da olur, Tiffany olması şart değil.<br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhSFbaaFzqmlUSKASfCNcJdbN_qoU_dzuYOHerKYwLLaaV1KY0Q1pnD6Pya0xUNJ94IO-TzoA8BEvYZTat7i4JRJ17-HFt1o3ro_ddhoxyZucMuqLCdFVTaPyIo34Nv0bPDU1cL0NsbB6A/s1600/tiffanylamp.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 251px; height: 320px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhSFbaaFzqmlUSKASfCNcJdbN_qoU_dzuYOHerKYwLLaaV1KY0Q1pnD6Pya0xUNJ94IO-TzoA8BEvYZTat7i4JRJ17-HFt1o3ro_ddhoxyZucMuqLCdFVTaPyIo34Nv0bPDU1cL0NsbB6A/s320/tiffanylamp.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5561224723130190082" /></a><br /><br />Masa lambalarına neden taktığıma gelince...(karizmatik bir üç nokta) Bugünlerde gerçekten disiplinli ve düzenli bir şekilde çalışmaya çalışıyorum. Özellikle okulda konsantrasyonumu ve motivasyonumu kaybetmeye çok müsait olduğum için bu, her gün ayrı bir mücadele anlamına geliyor. Bu savaşta elimi daha da güçlendirmek için kullandığım bazı araçlar var.<br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEilnfpbIpuL5xReLTyisS_ru12J3WqZKcxOAAtwYFNp6SFYH6YG0CLrOiY0dN1oSYvkdJQ2B0RgDfRTj__29-7pwUNKC6TKdBpU1WR3L5OF6ou_uffwKQ35ZM7A13FLLEXoq-sWk8U5W_I/s1600/AAAAAlkSdf0AAAAAAV9Tlw.jpg"><img style="float:right; margin:0 0 10px 10px;cursor:pointer; cursor:hand;width: 250px; height: 250px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEilnfpbIpuL5xReLTyisS_ru12J3WqZKcxOAAtwYFNp6SFYH6YG0CLrOiY0dN1oSYvkdJQ2B0RgDfRTj__29-7pwUNKC6TKdBpU1WR3L5OF6ou_uffwKQ35ZM7A13FLLEXoq-sWk8U5W_I/s320/AAAAAlkSdf0AAAAAAV9Tlw.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5561226681497633698" /></a>1. Dünyayla ilişkimi kesmek için kulaklıklarım<br />2. İşe yararlık hissi için kahve <br />3. Alanımı sınırlamak için masa lambası. <br /><br />Masa lambasının sarı ışığının düştüğü belirli bir alan var. Etrafına göre daha parlak ve sınırlara sahip olan bu bölge benim kendimi, kendime ait bir odada hissetmemi ve böylece dışarıdan gelen dikkat bölücü uyaranlara karşı daha kayıtsız olmamı sağlıyor. Yukarıda gördüğünüz hem evde kullandığım, hem de Onurumun mirası olan okulda kullandığım masa lambasının bir örneği. Ama ben 3 sene önce ikea'da gördüğümden beri buna sahip olmak istiyorum:<br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiNbIK1zK9Roszbf0QVO6IJR54QVKXCUYFSOZeAgsyJ6viaFTAC7Ac8Ada-zayv8BXmfpDS2Fkcw6ICK2diSttp4H0fein-BkpX9ZXRpsoU0ylPnIfqdlThcEmQBdgf8_GUDTjH8NziX3c/s1600/lamba.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 250px; height: 250px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiNbIK1zK9Roszbf0QVO6IJR54QVKXCUYFSOZeAgsyJ6viaFTAC7Ac8Ada-zayv8BXmfpDS2Fkcw6ICK2diSttp4H0fein-BkpX9ZXRpsoU0ylPnIfqdlThcEmQBdgf8_GUDTjH8NziX3c/s320/lamba.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5561281823700650130" /></a>rothttp://www.blogger.com/profile/08089280514177342760noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8556022975324936889.post-70674905130981135302011-01-05T00:14:00.000-08:002011-01-05T03:41:17.816-08:002010'un en'leriEvet, sonunda 2011'e ulaştık. 2010'un son günlerindeki kaotik bazı durumlar nedeniyle sene hiç bitmeyecekmiş gibi geldi bir ara ama, işte yeni seneye girdik, 5 gününü geçirdik bile. Bloguna bir takım kişisel sebeplerle ara vermiş olan yazarınız, bir liste-sever olarak 2011'in ilk post'unu 2010'un en süferli olayları hakkında yazmayı uygun gördüm.<br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhdDkVwoML-4k3CKySyW4iOiZBjj5VXTKXBZ3dGK1nWEOXS7sIiYLcy7CsSbaebi82meHS88wAMsrbjG5l1BJLluhkaUWtXhO1V3mGO3JHs9yda-32X_l5G8P-VFKabtSKKyCVCo5xlIKM/s1600/aras.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 240px; height: 320px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhdDkVwoML-4k3CKySyW4iOiZBjj5VXTKXBZ3dGK1nWEOXS7sIiYLcy7CsSbaebi82meHS88wAMsrbjG5l1BJLluhkaUWtXhO1V3mGO3JHs9yda-32X_l5G8P-VFKabtSKKyCVCo5xlIKM/s320/aras.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5558639340580730018" /></a><br />1. En muhteşem olay: 2010'un en muhteşem olayı yukarıda kendisini ilk defa armut püresi yerken gördüğünüz biricik ve çok muhteşem yeğenim Demir Aras paşanın doğması oldu. 11 Şubat'ta aramıza katılan ailemizin en cengaver, en yakışıklı ve en akıllı bu yeni üyesi, bu günlerde tek bir parmağını kullanarak istediği her şeyi bize anlatıyor ve tahmin edersiniz ki hepimizi parmağında oynatıyor. Bir sonraki maddeye geçmeden hepinizi, tahtaya vurmaya, kırkbir kere maşallah demeye, allah nazarlardan saklasın, allah analı babalı büyütsün gibi bir takım totemsel cümleleri hep bir ağızdan sarf etmeye davet ediyorum. <br />2. En büyük değişiklik: 2009'da başlayan ev arayışımız, 2010 haziran ayında son buldu ve Temmuz ayında yeni evimize taşındık. Hala kiracı mantalitesinden kurtulamadık, kabul ediyorum. Bir arıza çıktığında ev sahibini arama eğilimimiz henüz geçmedi. Ama artık bir evimiz var ve insanın tamamen kendine ait bir yeri olması garip bir şey gerçekten. Bu adımı atmamızı sağlayan ailemin her bir üyesini mıncık ediyorum.<br />3. En akademik olay: Haziran ayında Danimarka'da gerçekleştirilen Theoretical Perspectives on Autobiographical Memory kongresine katılma ayrıcalığına sahip oldum. Bütün konuşmaların ilgilendiğim konuda olduğu, elinizi sallasanız bir OBB (hatırlıyorsunuz değil mi?) şöhretine çarptığınız, hem kafamdaki bilgileri toparlamamı sağlayan hem de bana yeni ufuklar açan bu kongre, 2010'un en verimli günlerini geçirmemi sağladı. Sevgili Dorthe Berntsen, hastanızım. Kongreyi düzenlediğin için sana, gitmemi sağladığı için çok sevgili hocama çok teşekkür ediyorum.<br />4. En aferin bana olay: Elbette ki blogum! Uzun zamandır aklımda olan, ve yazmaya başladığımdan beri varlığıyla beni sürekli iyi eden blogum, iyi ki varsın. Siz de sevgili okurlarım, siz baktıkça, okudukça yazasım geliyor. Özlediğim blog kafası ise, her şeye aha derinlemesine bakmama, bilmediğim şeyleri araştırmama ve zaman zaman unuttuğum gözlem yapmanın değerini aklımda tutmama yardımcı oluyor. Yerim sizi ben. Özellikle ilk adımı atmamı sağlayan sevgili mel. seni parçalarım.<br />5. En kutlu toplu aktivite: 2010'un son aylarında,salı akşamlarını biricik görg.üm ve pek sevgili tuğay hanımefendi ile birlikte okuduğumuz makaleleri tartışarak, bilmediğimiz konuları öğrenerek ve bildiğimiz şeyleri birbirimize anlatarak geçirmeye başladık. Bu geceler pek çok şey öğrendiğim geceler olmalarının yanı sıra, master yaptığım zamanlarda kalan ve çok özlediğim bir ruh haline yeniden kavuşmamı sağladılar. Ay lav yu hanımlar.<br />6. En mutlu ve huzurlu an: 2010'da da en mutlu ve huzurlu anım son 5,5 senedir olduğu gibi sevdiceğim ve en sevdiğim biricik Mafiz'imin göğsüne başımı yasladığım, ona sarıldığım ya da işaret parmağımın ucuyla koluna dokunduğum her an yaşandı. Sevgili Mafiz, sevgi manyağı ederim seni!<br /><br />İşte pek çok iyi ve kötü olayın arasında bunlar yaşandı. Kötülerden bahsedecek değilim, iyilerin hepsinden bahsedecek de yerim yok. Hayattayım, sağlıklıyım, sevdiğim insanların arasındayım, sevdiğim işi yapıyorum. Daha ne?rothttp://www.blogger.com/profile/08089280514177342760noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8556022975324936889.post-35978150285738487162010-12-27T23:02:00.000-08:002010-12-27T23:22:08.617-08:00Bir yağmur, çok uzaklardan - episord 1-<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg7WLAqhO4BWV8yWSEo_zeGS7ISwvF87ecshO0Lsiqc8sJV1hUl7vCaBVx193NdNAZpJLBpsdxZtzqru_k48S8G9YIXK_KQk-c867NvCmaJ2HAPG3s9OBBPdjDdH40uVl89pgtfjTBXwRw/s1600/ya%25C4%259Fmur-%25C3%25A7i%25C4%259F-damlas%25C4%25B1-sa%25C4%259Fanak-ya%25C4%259F%25C4%25B1%25C5%259F-hava-yaln%25C4%25B1zl%25C4%25B1k-bulut-manzaras%25C4%25B1-%25C4%25B1slak-su-birikintisi-gif-foto-resim-14.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 253px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg7WLAqhO4BWV8yWSEo_zeGS7ISwvF87ecshO0Lsiqc8sJV1hUl7vCaBVx193NdNAZpJLBpsdxZtzqru_k48S8G9YIXK_KQk-c867NvCmaJ2HAPG3s9OBBPdjDdH40uVl89pgtfjTBXwRw/s320/ya%25C4%259Fmur-%25C3%25A7i%25C4%259F-damlas%25C4%25B1-sa%25C4%259Fanak-ya%25C4%259F%25C4%25B1%25C5%259F-hava-yaln%25C4%25B1zl%25C4%25B1k-bulut-manzaras%25C4%25B1-%25C4%25B1slak-su-birikintisi-gif-foto-resim-14.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5555625166835657090" /></a><br />Bu sabah inanılmaz güzellikte ve tazelikte bir hava var. Ahmak ıslatan bir yağmur yağıyor, ısırmayan bir rüzgar var, ikisi birlikte tazeliyor insanı. Güzel, zarif bir üşüme hali içerisindeyim. Ne öyle ağzım burnum birbirine girmiş, ne sıcağa girince burnum akıyor, ne soğuktan boynumu kaplumbağa gibi içeri çekip omuzlarımı germişim, ne ellerim acıyor soğuktan, ne dudaklarım geriliyor. Mis gibi leziz bir hava. Üstelik bugün dünkü gibi değil, daha bir hafif, daha bir temiz ve işte o benim bildiğim, tanıdığım eskilerden gelen bir kokuya sahip. Havanın saydığım bütün bu özellikleri birleşince beni hayatımın çok daha eski bir dönemine götürüyor. Bir anda 13 yaşındayım, Almanya'nın küçük bir kasabasındayım ve kuzenlerimle bir yerlere gidiyoruz. <br />Buna benzer bir hissi -bu kadar canlı keskin bir geri dönüşle birlikte - en son 5-6 sene önce yaşamıştım sanırım. O kadar etkileyici bir deneyimdi ki, bu deneyime dair çok canlı bir anım var. Sanırım bu iki anımsama deneyiminin bu kadar güçlü olmasının nedeni, tek bir ipucu üzerinden belleğimden geri çağrılmış olmaması, aksine çevremdeki pek çok uyaranın bana belirli bir an ve yeri anımsatması. Havanın ısısı, kokusu, bulunduğum yer (bizim kampüsün, ağaçlı bir Alman kasabasını anımsatmasında şaşırılacak bir şey yok bence), günün belirli bir saati olması, yağmur, içinde bulunduğum halet-i ruhiye vs. İpuçları bu kadar fazla olunca anı da sıradan bir anı olmasına rağmen güçlü bir şekilde geri geliyor. Duygusal yönden güçlü ve önemli bir anı olsaydı (ya da travmatik) tek bir zayıf ipucuyla bile güçlü bir şekilde gelirdi aklıma (ya da post-travmatik stres bozuklukluğunda olduğu gibi durmadan en ufak bir ipucuyla aşırı güçlü bir şekilde gelirdi).<br /><br />Neden mi? O da ikinci bölümün konusu olsun.rothttp://www.blogger.com/profile/08089280514177342760noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-8556022975324936889.post-66350911202382080792010-12-15T00:38:00.000-08:002010-12-16T02:07:22.743-08:00Kızımız ne iş yapıyor? part - 2<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhpqxZmlbTG2rIoPRmswfyQkE04r2eF990CgsF9tx-5gQLkw3sEvRDnzwMZEaC-SkrgUoOoxSGsgANHnDxTk5aI5bfFVenRTqFGlFUgI6BkykATxB2Ilbcix8GOWE1ormlLMCkeas-5SJo/s1600/Film_strip.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 240px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhpqxZmlbTG2rIoPRmswfyQkE04r2eF990CgsF9tx-5gQLkw3sEvRDnzwMZEaC-SkrgUoOoxSGsgANHnDxTk5aI5bfFVenRTqFGlFUgI6BkykATxB2Ilbcix8GOWE1ormlLMCkeas-5SJo/s320/Film_strip.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5551181070907354242" /></a><br />Evet, nerede kalmıştık? Sanırım, yüzüp yüzüp kuyruğuna gelmiş, orada da bırakmıştık. Kısa bir özet geçmek için sizlere hepimizin aşina olduğu bir öykü anlatacağım.<br /><br />Çılgın bir cuma akşamı güzelliğinizin doruklarında bir şekilde dışarı çıktınız ve diyelim ki bir okul partisine gittiniz. İçeri girdiğiniz anda içeride pek çok erkek (veri) olduğunu gördünüz(duyusal işlem). Ama o da ne! içlerinden bir tanesi adeta beyaz atının üzerinde bir prens gibi güzel adidas ayakkabılarının üzerinde parlıyor (dikkat)! Hemen hayallerinizin erkeğinin durduğu yere gittiniz, çaktırmadan konuşmalarını dinlemeye başladınız. Siz onu dinlerken tanıştığı birine adını ve bölümünü söyledi "Ben Etyen, Oyun ve Eğlence bölümünde okuyorum". Bu son derece önemli bilgileri hemen aklınıza yazdınız (kısa süreli belleğe tabiki) sonra unutmamak için içinizden "Etyen, oyun eğlence, etyen, oyun eğlence" diye tekrar ettiniz (çok şaşırtıcı olacak ama evet, tekrarlama). Bu çok önemli bilgiler sayesinde okula döndüğünüzde bir şekil Etyen'i bulmayı ve sevgilisi olmayı başardınız. Artık birisi size sevgiliniz hakkında bazı bilgiler sorarsa rahatlıkla "Adı Etyen, Oyun ve Eğlence Bölümünde okuyor, ay çok tatlı diiii miiiii" diyebilirsiniz (semantik bellek). Ya da birisi size nasıl tanıştığınızı sorarsa "Okulun partisine gitmiştim, içeri bir girdim, karşımda etyen, hemen kıvrak hareketlerle yanına gittim, başkasına söylerken adını duydum, sonrası hafiyelik işte" diye anlatabilirsiniz (episodik ve tatataaamm otobiyografik bellek). Tabi ben sizin yerinizde olsam daha karizmatik bir öyküyü tercih ederim "İşte ben çimlerde oturuyordum, birden yanıma geldi uzun uzun gözlerime baktı, o anda anlamıştım, hemen öpüşmeye başladık".<br /><br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiz9iWA0c1K1SpXChdZdx5JkygaqDFVZ3BwP4mLoVQfeBikaLeqGn-9JkWg60JAwThJemCddk1GYXCnGiTgzro5PTp6Jm3CPQlA8RCC_VUsP3hYn6XoBY2sCu5sdN5nmNynAeJttUHxxhY/s1600/1808272787_83ae325cf5.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 229px; height: 320px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiz9iWA0c1K1SpXChdZdx5JkygaqDFVZ3BwP4mLoVQfeBikaLeqGn-9JkWg60JAwThJemCddk1GYXCnGiTgzro5PTp6Jm3CPQlA8RCC_VUsP3hYn6XoBY2sCu5sdN5nmNynAeJttUHxxhY/s320/1808272787_83ae325cf5.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5551207205500658914" /></a>Hayatımız gözlerimizin önünden bir film şeridi gibi geçtiğinde, en yakın arkadaşımıza dün akşam olanları anlattığımızda, bir koku bize birden çocukluğumuzdaki bir günü hatırlattığında, evlenme teklifi alışınızı, işe kabul edilişinizi, köpeğinizin öldüğü günü hatırladığınızda hep Otobiyografik Hafızanızı (OBB diyelim aramızda) kullanıyorsunuz. Eternal Sunshine of the Spotless Mind'da, Dark City'de uğraşılan da hep OBB (bu arada ikisi de birbirinden muhteşem. seyredin diliyorum). Siz kullanıyor musunuz böyle cümleler ama ben başıma bir şeyler geldiğinde "Dosyayı kaydetmeden kapatmak, en son kaydettiğim yerden yeniden başlamak istiyorum böhüe" gibi cümleler kurduğumda da yine OBB işin içine giriyor. Mucizevi bir alet nerden baksanız. <br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgI6gQF2-CcPbymZeDl5sV6cOcizmwvzG5V4VgjusjN2-F3zJ1x2quIITKzsFbf-oE8VVsDPheJNK0qnQZpJ6p2_LWiCmL35z6fCaFuRABWAbhxWCF7nBFCIPOHjCDhbTYE8X5GOvcHaeQ/s1600/dark+city.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 211px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgI6gQF2-CcPbymZeDl5sV6cOcizmwvzG5V4VgjusjN2-F3zJ1x2quIITKzsFbf-oE8VVsDPheJNK0qnQZpJ6p2_LWiCmL35z6fCaFuRABWAbhxWCF7nBFCIPOHjCDhbTYE8X5GOvcHaeQ/s320/dark+city.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5551207931245026514" /></a><br /><br />Madem bu kadar tatlı, şeker, süper bir alet o zaman biraz daha derinlemesine öğrenmek lazım değil mi? Buyrun burdan yakın:<br /><br />Otobiyografik Bellek bir kişinin hayatında gerçekleşen olaylara dair belleğine verilen isim (Yukarıda verdiğim örnekler, burada ne demek istediğimi açıklıyor diye düşünüyorum). OBB'nin ne işe yaradığı neden ortaya çıktığı pek çok hararetli tartışmaya neden olmuştur eminim ama işte buyrun size varılan son nokta:<br /><br />1. Benlik fonksiyonu (self function): OBB,kişilik gelişiminde rol oynar ve zaman içersinde tutarlı bir benlik hissinin korunmasına yardımcı olur. Diyelim ki siz kendinizi çok iyi bir insan olarak görüyorsunuz. Bu fikri oluştururken geçmişte insanlara yardım ettiğiniz olaylara dair anılarınızı kanıt olarak kullanırsınız. Bu anılar aynı şekilde bu fikrin devamını sağlamanız için de kullanılırlar (OBB sahibinin tutarlılığına pek düşkündür. Sizin kafanızdaki kim olduğunuza dair resimle örtüşmeyen anıları hasır altı eder)<br /><br />2. Sosyal fonksiyon (social function): OBB, sohbetler için malzeme sağlayarak sosyal bağlanmanın oluşmasına yardımcı olur. Dostlarınızla ya da sevgilinizle yeni yeni yakınlaşmaya başladığınız zamanlarda, sabahlara kadar yaptığınız sohbetleri düşünün. Siz kendinizi anlattınız (anılarınızı yani) onlar da kendilerini anlattılar size (anıları yine evet). Birbirinizin hayatının derinliklerinde gezerken, birbirinizi daha iyi anlarken aranızda bir bağ oluştuğunu hissettiniz değil mi? İşte tam da bundan bahsediyorum.<br /><br />3. Yönetici fonksiyon: OBB'nin problem çözme ve gelecekti davranışlara yön verme fonksiyonu. Önce ilkine örnek: Annenizle kavga ettiniz ve küstünüz diyelim. Bu durumu sona erdirmek istediğiniz zaman OBB hemen yardımınıza koşarak en son kavga ettiğinizde nasıl barıştığınızı size hatırlatır ve siz de annenize bir demet çiçek alarak özür dilemeye gidersiniz (biliyorsunuz ki her zaman onlar haklıdır). Bu fonksiyonu pek çok şeye uyarlayabilirsiniz. Daha önce gittiğiniz bir yere gitmek isterken yolu kaybettiniz diyelim "Hmmm o gün galiba şuradan dönmüştük" cümlesi bu fonksiyona süferli bir örnek. İkinci fonksiyona vereceğim örnek bence süper açıklayıcı olacak. Diyelim ki yeni bir sevgili yaptınız (Etyen mesela). Her şey çok güzel olsun ve hiç sorun çıkmasın istiyorsunuz. Bundan bir önceki ilişkinizde, çok kıskançlık yaptığınız, sürekli mızmız ve dırdır yaptığınız, bir baskıdan ötekine koştuğunuz için terkedilmiştiniz. Ama artık akıllandınız ve bu ilişkide bu hataların hiç birini yapmayacaksınız (yeni ve aynı bombalıkta hatalar bulacaksınız, orası ayrı). İşte sizin yeni ilişkinizde eski ilişkideki hataları yapmamaya karar vermeniz ve bu kararı uygulamanız, gelecek davranışlara rehberlik etme kısmına süferli bir örnektir.<br /><br />Böyle harika görevleri yerine getirmekte hiç bir beis görmeyen OBB, bir de üzerine bir takım süpermenvari özellikleri vardır. Bir kere son derece canlı olurlar ve pek çok duyusal detay içerirler (genç yaz tatilinin ilk gününü bütün renkleriyle, denizin kokusuyla, çardaktaki yastıkların dokusuyla ve içtiğiniz kahvenin kokusu ve tadıyla birlikte hatırlamanız gibi, öhöm yani benim hatırlamam gibi). Bu anıları hatırlarken zaman zaman adeta geçmişe döneriz. İçimizde o anda hissettiğimiz hisler, olayı yeniden yaşarız. Bu anılar detaylı ve tutarlı öykülere sahiptir (ha tamam işte ben o sabah sınava girmiştim, o yüzden yorgundum, esniyordum durmadan, o yüzden de gözlerim yaşarmıştı. O da beni ağlıyorum sanmış çok endişelenmiş, sonra ben yok bir şeyim deyince de inanmadı, seni aramış...)<br /><br />Yukarıdaki özelliklerde süper elbette ama bence OBB ile ilgili en ilginç şeylerden biri bazı anıları yaşadığımız zaman olduğu gibi, yani kendimizi olayların içinde, kendi gözlerimizden olayı yaşayarak hatırlıyor oluşumuz, bazı anıları ise sanki olayın dışındaymışız da olayı kameraya çekiyormuşuz gibi, kendimizi de dışarıdan görerek hatırlamamız.<br /><br />Size OBB hakkında söz verdiğim mini girişi yazmış olmaktan duyduğum sonsuz mutlulukla haşlanmış tavuk ve salata yemeye gidiyorum. Bu arada eklemeden edemeyeceğim, sarı ışıklı bir masa lambası kadar konsantrasyonu ve motivasyonu artıran çok az şey biliyorum. Saygılar.rothttp://www.blogger.com/profile/08089280514177342760noreply@blogger.com4tag:blogger.com,1999:blog-8556022975324936889.post-75177691511499347542010-12-13T23:40:00.000-08:002010-12-14T04:47:36.705-08:00ben bir küçük cezveyim<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhD7bwq70I6jZ4REwWT2wtnFiQpkJ6815a6TH7I2Q0mLIXmhS_jizR495g0GKxicdrAa4bRqTPC_ZlruLLp1eb9cMna4GeHIOzFQh3avIvcAbX2G4JSix4SUpRdlyp3hFnAfeoD-ehQ_Ss/s1600/poster_a1.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 214px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhD7bwq70I6jZ4REwWT2wtnFiQpkJ6815a6TH7I2Q0mLIXmhS_jizR495g0GKxicdrAa4bRqTPC_ZlruLLp1eb9cMna4GeHIOzFQh3avIvcAbX2G4JSix4SUpRdlyp3hFnAfeoD-ehQ_Ss/s320/poster_a1.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5550507682605132082" /></a><br />Üç gün hasta yatmama rağmen, geçtiğimiz hafta benim için oldukça aktivite dolu bir hafta oldu. Pazartesi akşamı, hastalanmadan hemen önce sirke gittik. Çocukluğumdan hatırladığım ışıklar, renkler ve iplere tırmanıp akrobasi yapan kadınlar yerli yerindeydi. Muhtemelen çocukken de gördüğüm ve unutmayı tercih ettiğim sirk hayvanları da öyle. Kocaman kaplanların şişko bir herifin elindeki incecik sopadan korkmaları ve adam onlara elinde sopayla her yaklaştığında irkilip geri çekilmeleri içimi parçaladı. Sirkler yalnızca insanlardan oluşmalı, orada çalışmayı tercih eden insanlardan, zorla ve dayakla sahneye getirilen hayvanlar olmamalı (internette sirk hayvanlarını korumak ve kurtarmakla ilgili bir sürü site var, peta'ya bakabilirsiniz.)<br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiq_nbqbTwAVa3IKfTLaBo5ISsI_azE7AcvLqMxWMk4azSJo11MJhogdAq1yYnSr-XPGgYpSFZ3PMN602EdOJ7txveb8MtNZtvdV6fgDkuuVUuOdqmI0BFfowChRt9tNgM88uzLFbOEG8k/s1600/2-500x333.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 213px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiq_nbqbTwAVa3IKfTLaBo5ISsI_azE7AcvLqMxWMk4azSJo11MJhogdAq1yYnSr-XPGgYpSFZ3PMN602EdOJ7txveb8MtNZtvdV6fgDkuuVUuOdqmI0BFfowChRt9tNgM88uzLFbOEG8k/s320/2-500x333.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5550507936691529442" /></a><br />Sonraki üç gün boyunca pek de yerimden kalkamadan yattıktan sonra cuma akşamı Devlet Tiyatroları oyunlarından Karanlık İşler'e gittik. Başta sitcom vari dekoru (marat/sade'nin dekorundan sonra uzun süre dekor beğenemeyeceğimi sanıyorum) ve manday rolündeki oyuncunun (devlet tiyatrolarının sitesine uyuz oluyorum, yazmıyor kimin hangi rolde olduğunu) tiz sesi nedeile biraz umutsuzluğa kapılmamıza neden olsa da ilk beş dakikayı atlattıktan sonra çok eğlenmeye başladık. Özellikle kostümlere ve görece ufak bir rolü olan Dozer rolündeki oyuncuya bayıldık. İlk perdede çok dikkatimizi çekmeyen Garry karakterini oynayan oyuncu, ikinci perdenin kesinlikle yıldızı idi. Sayesinde üç dört gündür sürekli birbirimize vebeeiiimm diye sesleniyoruz. Oyunla ilgili tek hoşlanmadığım şey, oyun bittikten sonra oyuncular selam verirken oldu. Oyunda bir mafya babasını canlandıran Levent Özdilek, sahneye bütün oyunculardan sonra başrol oyuncusu ya da bilemiyorum, saygın konuk oyuncu gibi bir modla çıkarak selamını verdi. Her ne kadar kendisine hasta da olsam, bence bu oyunda böyle bir ayrıcalığı hak etmiyordu. Son selamı Tanya, mandy, Terry ve Garry hep birlikte vermelilerdi, çünkü hepsi gerçekten pek süferli idi.<br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEggkF5slhAeCXG9AYYLCUK01E0K3hQ4TwfzMJouHe_Pc59MxJCagxoGoLugfnoBmjA-U2z8UYgR6UXMOJjCDXUSxQ-JliJ5mZv9tQMqFGlxGBuMsV56dur9iBGO3In5wgmxF8n6-S2j1u4/s1600/fb-erd1.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 275px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEggkF5slhAeCXG9AYYLCUK01E0K3hQ4TwfzMJouHe_Pc59MxJCagxoGoLugfnoBmjA-U2z8UYgR6UXMOJjCDXUSxQ-JliJ5mZv9tQMqFGlxGBuMsV56dur9iBGO3In5wgmxF8n6-S2j1u4/s320/fb-erd1.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5550511301349250786" /></a><br />Cumartesi günüyse bütün gün evde pineklemeyi düşünürken kendimizi bir anda Fenerbahçe-Erdemir basketbol maçını seyretmek üzere yollarda bulduk. Hızlı bir metrobüs seyahatinden sonra Sinan Erdem spor salonuna yarı donmuş bir halde giriş yaptık. İlk ve son basket maçı seyredişim bundan 7-8 sene önce İTÜ-Efes Pilsen karşılaşmasıydı yanlış hatırlamıyorsam ve İTÜ'nün sahasında olmuştu. Özellikle geçtiğimiz yaz manyaklar gibi izleyip böğürdüğüm dünya şampiyonasından sonra o maçların oynandığı salona maç seyretmeye gelmek içimi kıpır kıpır etti. Salona girdikten sonra fark ettim ki, her ne kadar büyük bir yer olduğunu bilsem de, ben Sinan Erdem'i kafamda hep o ilk maçı seyrettiğim salon gibi canlandırmışım ve alakası yokmuş. Herkese tavsiye ediyorum, ulaşımı çok rahat -metrobüsten Şirinevler durağında inip 10 dakika yürüyorsunuz-, biletler ucuz -5 lira verdik- ve rutinin dışına çıkıp farklı bir şeyler yapmak insana çok ama çok iyi hissettiriyor. Bir iki haftaya bir Beşiktaş maçı bulup Iverson'ı seyretmeye gideceğiz, bekleriz.<br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhRjp0b6RzCshdHhj_yMwfqyT4b6CvjwlGFu8PBJrqYevnTXuZogW0QhMTj8hvh3MsOYoE1AyS2IuarlrJ5Jex6tEriM1Bx1XAe7IwqdAyKrmCst63_DpAYKBNLfRulPrw8TiIFnAK-FLA/s1600/Deathly_Hallows.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 214px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhRjp0b6RzCshdHhj_yMwfqyT4b6CvjwlGFu8PBJrqYevnTXuZogW0QhMTj8hvh3MsOYoE1AyS2IuarlrJ5Jex6tEriM1Bx1XAe7IwqdAyKrmCst63_DpAYKBNLfRulPrw8TiIFnAK-FLA/s320/Deathly_Hallows.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5550513733601182290" /></a><br />Pazar akşamı ise özellikle benim açımdan hafta için muhteşem bir kapanış oldu. Çok sevgili arkaik'im ile uzun süredir aksatmadan gerçekleştirdiğimiz iki geleneği aynı gün yapma şansı bulduk. Önce birlikte yılbaşı ağacımızı kurup süsledik, sonra da Harry Potter ve Ölüm Yadigarları'nı seyretmeye gittik. Kitabın havasına uygun bir şekilde son derece karanlık olan filmi - bu arada düşündüm de, her film bir öncekinden bir ton daha karanlık- oldukça başarılı buldum, özellikle kamera kullanımı Harry, Ron ve Hermoine'nin ruh hallerine çok uygundu bence. Elbette bir uyarlama olarak kitapta olan bazı bölümler yer almıyordu. Bununla bir sorunum yok, ama kitapta olmayan bazı şeyler eklenmişti ki, bundan pek hoşlanmadım. Özellikle Harry'nın Godrics Hollow'a ilk girişinin gösterildiği sahnede, çok özlü iksir ya da pelerin kullanmayı reddederek, bir de üstüne buraya kendim olarak gireceğim heytere höy tadında kahraman ağzı yapmasından zerre hazzetmedim zira kitapta Harry mantıklı her insan evladının yapacağı gibi çok özlü iksirle başka birine dönüşerek pelerininin altında cisimleniyordu Godric's Hollow'da. Ölüm Yadigarları'nın birinci kısmı, kitabın yarısından fazlasını anlatıyor, bunu yaparken bazı kısımları dışarıda bırakıyor olsa da. İkinci bölümde anlatılacak çok fazla şey kalmadı, bu nedenle çok daha azını kırparak seriyi bitireceklerini umuyorum.<br /><br />Arkakik'le ben serinin son dört kitabını kitabın çıktığı gün alıp o gece birlikte sabaha kadar okumak suretiyle bitirdik. Sabah 7-8 gibi kitap hakkında yorumlarımızı yapıp, bir sonraki kitabın beklentisiyle uyumaya çekildik. Yedinci kitabı bitirdiğimizde hissettiklerimizin bir kısmını da uzun zamandır heyecanla beklemeye alıştığımız bir şeyin sonuna gelmiş olmamız oluşturuyordu. O zaman kendimizi, neyse daha filmler var en azından diye avuttuk. Şimdi filmler de sona ermek üzere. Pazar günü Arkaik'e sorduğum soruyu sana da soruyorum ey okur: Şimdi neyi böyle heyecanla bekleyeceğiz? <br /><br />Bakın biz onları beklerken, onlar ne kadar büyümüşler:<br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiLJ2C0OdTrndjM1DSOrjuVFGlz3Tklwly3E-BdMSfmFXfZnV3plFUqRrh0Jl4vUG7WckVRHfLP7pvoRSCqTTOBXQVBimkC_paCL8cpNcVML1BcaPOkbe_6EMEBWNfFzAASsgTdmk5UDSY/s1600/HP_sorcerers_stone.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 240px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiLJ2C0OdTrndjM1DSOrjuVFGlz3Tklwly3E-BdMSfmFXfZnV3plFUqRrh0Jl4vUG7WckVRHfLP7pvoRSCqTTOBXQVBimkC_paCL8cpNcVML1BcaPOkbe_6EMEBWNfFzAASsgTdmk5UDSY/s320/HP_sorcerers_stone.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5550518521345260946" /></a><br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgbUM8bXIpHDX3iHNJxS5JyXA9AMb6THB6AyBjMjdp6fEckP2joJQ2e2jukDm4YzQBvZdiOD6sgC6WWfIReYnGh9gdYJgeNPwABkmMyrxEIcXWgSlopNiKjPxcsMce4eJx0H9OQWtOoUXo/s1600/haronher.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 299px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgbUM8bXIpHDX3iHNJxS5JyXA9AMb6THB6AyBjMjdp6fEckP2joJQ2e2jukDm4YzQBvZdiOD6sgC6WWfIReYnGh9gdYJgeNPwABkmMyrxEIcXWgSlopNiKjPxcsMce4eJx0H9OQWtOoUXo/s320/haronher.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5550518694276010258" /></a>rothttp://www.blogger.com/profile/08089280514177342760noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8556022975324936889.post-60739133842194209162010-12-09T09:30:00.000-08:002010-12-13T05:28:48.392-08:00ateşteyim ateşte ateşte<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEihTW1vVy-QK5LBmIK3hSFwDmprDaondtgOgl2ggzi3shCCJGtStfYoGcciomN3jWQ3yPj_zllJRMyf6xPhSaAO9-aVU-WmcBcJrtHot56lMfJekgq5DbG0srXs7dDBKc3M1uNDAyRQuBY/s1600/how-to-reduce-a-fever-1.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 300px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEihTW1vVy-QK5LBmIK3hSFwDmprDaondtgOgl2ggzi3shCCJGtStfYoGcciomN3jWQ3yPj_zllJRMyf6xPhSaAO9-aVU-WmcBcJrtHot56lMfJekgq5DbG0srXs7dDBKc3M1uNDAyRQuBY/s320/how-to-reduce-a-fever-1.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5548737281651636466" /></a><br />Bugün pek sevgili mafizim, neden yeni post yok diye sormuş, sanki nedenini bilmezmiş gibi. Son üç gündür yorgan döşek yatan rot kulunuz kafasını yeni yeni dik tutabilmeye başladı, bu nedenle de sizleri burada bir süredir postsuz bıraktı. Geçtiğimiz günlerde son derece sağlıklı beslenmeme, vitaminlerimi eksik etmememe ve sporumsu faaliyetler göstermeme rağmen nasıl bu kadar hastalandım anlayabilmiş değilim. Önce boğaz ağrısı ve halsizlik, ardından ateşle bedenimi ele geçiren gıcık mikroplardan biraz olsun kurtulup, mafizimim yorumunu görünce mini bir post yazmaya karar verdim. <br /><br />32 yaşında daha önce defalarca ateşlenmiş, ateşlenmiş insanlara bakmış biri olarak, dün ateşim çıkarken yaptıklarım (kaloriferin derecesini artırmak, kat kat giyinmek ve gidip yorgana sarınmak) ateşin beynimizi nasıl etkilediğini merak etmeme neden oldu. İnternette yaptığım araştırmalar genelde aşırı yüksek ateş ve beyin hasarı üzerinde duruyordu. Sonunda bir kaç ufak bilgi kırıntısına ulaşabildim: Ateşlenmek kişide halsizliğe, depresyona, uyku haline, iştahsızlığa, acıya hassasiyetin artmasına ve konsantrasyon bozukluğuna yol açıyormuş. Eh bu kadarını size ben de kendime dönerek söyleyebilirdim. Ateşi düşürmek için de soğuk ıslak bezle kompres, ılık duş, sirkeli suyla kompres gibi yöntemler öneriliyor. Yazıların çoğu, ateş vücudumuzun mikropları fırınlama yöntemi olduğu için o kadar da kötü bir şey değildir denerek bitiriliyor.<br /><br />p.s. bu postu aslında geçen hafta perşembe yazdım, ama sonra bir şeyler eklemek için göndermedim. şimdi bakınca canım ekleme yapmak istemedi, böylece gönderiyorum.rothttp://www.blogger.com/profile/08089280514177342760noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-8556022975324936889.post-46538738968651297712010-12-03T00:14:00.000-08:002010-12-03T02:13:18.274-08:00Kızımız ne iş yapıyor?<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgLz2cr-nffkN3DGRVjq3WLlYNHl0r_a-ufuu83CCQ_-Qv3FxX2dorij_31lRTcNNJxpdpXjscHG1oxJZFoBokyIdiOHIJdSz_k0rtQUHjCwi7Sf3YZcKfnVvkIepfX85i052FA-oI7GxE/s1600/the-persistence-of-memory.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 178px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgLz2cr-nffkN3DGRVjq3WLlYNHl0r_a-ufuu83CCQ_-Qv3FxX2dorij_31lRTcNNJxpdpXjscHG1oxJZFoBokyIdiOHIJdSz_k0rtQUHjCwi7Sf3YZcKfnVvkIepfX85i052FA-oI7GxE/s320/the-persistence-of-memory.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5546368870867454930" /></a><br />Yukarıda Dali'nin 1931 tarihli "The persistence of memory" isimli tablosunu görüyorsunuz. Türkçe meali, belleğin direnişi ya da belleğin inadı olarak çevrilebilir sanırım. Dali inanılmaz bir içgörüyle belleği olduğu geçiciliğe ve devingenliğe uygun bir şekilde resmetmiş bana kalırsa.<br /><br />Bellek gizemli yapısı ve hayatlarımıza olan inanılmaz etkisi nedeniyle sanatçılar tarafından sık sık ilham kaynağı olarak kullanılmış. Çok uzağa gitmeye gerek yok. Son yıllarda çıkan bellek üzerinden işleyen filmler ortada. Bu filmlerin kimi bilim kurgu (Dark City), kimi aksiyon (Memento), kimi ise aşk filmi (Eternal Sunshine of the Spotless Mind). Yedi ölümcül günahta bahsettiğim Inception bile rüyalarla ilgili görünmesine rağmen, bellek üzerinden kurgulanmış. Örnekler çoğaltılabilir elbette. <br /><br />Hergün hepimiz farklı şekillerde belleğimizden bahsediyoruz (ay benim hafızam çok kötüdür, ben yüzleri hiç hatırlayamam, yüzleri unutmam ama isimleri hiç aklımda tutamam, olur mu nasıl hatırlamazsın, hayır söylemedin ben hatırlamıyorum, gene mi unuttun, nasıl unutursun, nasıl hatırlamazsın...)Sinemada, tiyatroda, günlük hayatın her yerinde hayatlarımıza devam edebilmek için belleğimize güveniyoruz ama onun hakkında neredeyse hiç bir şey bilmiyoruz - ben biliyorum tabi de, şimdi lafın gelişi.<br /><br />Bellek elbette uçsuz bucaksız bir konu. Ben de bu süferli şahane konunun bana göre en heyecan verici kısmı olan otobiyografik hafıza alanında çalışan bir avuç insandan biriyim. Aşağıdaki fotoğraf haziran ayında Danimarka'da gittiğim otobiyografik hafıza üzerine bir konferansta çekildi. Hadi gelemeyenler falan da olsun oradaki insanları üçle çarpın, öyle bir topluluk işte. Minik.<br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhrBPOCtsOJ5kjoWQ-3vF-LXalnPg60_QferDtFrexyiMoomUpSBw2ktzjB9Y1PPbuamBY1H9w9lubncr89H-oVhVbmVcksXyBRxXFnmFOt7csrMckLeyObZJI_c2Tq02jidgOci7qlD9c/s1600/DSC_1117+aula.JPG"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 187px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhrBPOCtsOJ5kjoWQ-3vF-LXalnPg60_QferDtFrexyiMoomUpSBw2ktzjB9Y1PPbuamBY1H9w9lubncr89H-oVhVbmVcksXyBRxXFnmFOt7csrMckLeyObZJI_c2Tq02jidgOci7qlD9c/s320/DSC_1117+aula.JPG" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5546377730880911858" /></a><br /><br />otobiyografik hafızadan bahsetmeden önce, kabaca hafızanın nasıl işlediğinden bahsetmek istiyorum. <br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhl44-Iafe2b9eUBEIYfIYji7KmolHV5vt_5wabSzd-T8-hmgot6f1Q0jPBDVe06Tjhj5a_oZoa_gNyHid_2JiHNvGd6r_SJFQc4rn5L1PgQ7ZbdQrbyAVibJBE4pmvx-UOW7b_fEMTxPs/s1600/atkinson.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 240px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhl44-Iafe2b9eUBEIYfIYji7KmolHV5vt_5wabSzd-T8-hmgot6f1Q0jPBDVe06Tjhj5a_oZoa_gNyHid_2JiHNvGd6r_SJFQc4rn5L1PgQ7ZbdQrbyAVibJBE4pmvx-UOW7b_fEMTxPs/s320/atkinson.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5546384663321849458" /></a><br />Atkinson ve Shiffrin'e ait modele göre bilgi ya da veri dış dünyadan uzun süreli belleğimize yukarıdaki aşamalardan geçerek giriyor. Örneğin derstesiniz, etrafınızda bir sürü uyaran var, hoca konuşuyor, yanınızdaki arkadaşınız defterine bir şeyler karalıyor, dışarıdan birileri geçiyor, birisi kalemini sırasının üzerine vuruyor vb. Bu verilerden hepsini aynı anda beyninize almıyorsunuz. Dikkatinizi hangisine verirseniz o kısa süreli belleğinize gidiyor. Eğer dışarıda sınıfın önünde hoşlandığınız çocuğu görür ve dikkatinizi tamamen ona verirseniz, hocanın söylediği şeyleri beyninize kaydedemezsiniz. Eğer dikkatinizi hocaya verirseniz, söylediği şeyler kısa süreli belleğinize geçer. Bir veri kısa süreli belleğe geçtikten sonra tekrar edilmezse saniyeler içinde unutulabilir. Ders örneğinden gidersek, eğer hocanın söylediği şeyleri not almazsanız, dersten çıktığınızda aklınızda pek bir şey kalmayacaktır. Ya da yazacak bir yer bulamadığınız bir telefon numarasını yeterince tekrar etmezseniz, siz yazana ya da arayana kadar aklınızdan çıkacaktır. Dikkat sayesinde kısa süreli belleğe giren bilgi, tekrarlama sayesinde uzun süreli belleğe geçer. Buradaki ömrü bir kaç dakika ya da ölene kadar olabilir.<br /><br />Ben duyusal işlem (sensory register), dikkat (attention) ve kısa süreli bellek (short-term memory) hakkında derin bilgi sahibi değilim. O yüzden uzun süreli bellekten devam edeceğim. Kendisi aşağıda gördüğünüz bir sürü bölüme ayrılıyor.<br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi7tPf9W2ecL9gm2LWEIonAMgy0ip5Car0f2xlchCoJvDzN5QhPYz4OBdcTBa3FBK1PbZk_rshzaGa53EcP5ebsS7xdavqEZBjGCHc9xgseczsoYqlszYWNwsNCs-OiB1FlhEhDuDOb1xo/s1600/longterm.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 240px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi7tPf9W2ecL9gm2LWEIonAMgy0ip5Car0f2xlchCoJvDzN5QhPYz4OBdcTBa3FBK1PbZk_rshzaGa53EcP5ebsS7xdavqEZBjGCHc9xgseczsoYqlszYWNwsNCs-OiB1FlhEhDuDOb1xo/s320/longterm.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5546391822465134578" /></a><br /><br />Önce örtük (implicit) bellekten söz edelim. Örtük bellek, hatırladığınızın ve farkında olmadığınız şeyleri hatırladığınız bellek. Bisiklete yıllar sonrada binseniz bir kere öğrendiyseniz çat diye hatırlarsınız, ya da yazı yazmayı, harflerin klavyedeki yerini, hatta bazı telefon numaralarını otomatik çevirirsiniz (prosedürel bellek)ya da bir arkadaşınızı kalabalığın içinde gördüğünüzde mutlu hissedersiniz(duygusal koşullanma)vb. örtük bellek için örnek olarak verilebilir.<br /><br />Açık belleğe gelince burada hatırlamak için bilinçli bir çaba gösterdiğiniz ve hatırlama sürecinin farkında olduğunuz anılar yer alır. Semantik bellek kısmında dünyaya dair gerçekler, bilgiler, isimler, formüller vb. yer alır. Episodik kısmında ise olaylara dair anılar yer alır. Örneğin bu blogun adresini hatırlamanız semantik belleğin işidir, bu blogdan ilk defa ne zaman haberiniz olduğunu, kimden duyduğunuzu, okurken neler hissetiğinizi hatırlamanız episodik bellekle ilgilidir. Daha kitaptan bir örnekle, cumhuriyetin kurulduğu tarihi hatırlamanız semantik bellek ile, cumhuriyetin kurulduğu tarihi öğrendiğiniz günü ya da sınavda bunun size sorulduğu günü hatırlamanız episodik bellek ile ilgilidir. İşte otobiyografik hafıza yani benim çalıştığım konuda tam da bu episodik belleğin göbeğinde yer almaktadır. Ama artık onun hakkında da başka bir postta yazarım. hohoho.rothttp://www.blogger.com/profile/08089280514177342760noreply@blogger.com5