Bu sabah inanılmaz güzellikte ve tazelikte bir hava var. Ahmak ıslatan bir yağmur yağıyor, ısırmayan bir rüzgar var, ikisi birlikte tazeliyor insanı. Güzel, zarif bir üşüme hali içerisindeyim. Ne öyle ağzım burnum birbirine girmiş, ne sıcağa girince burnum akıyor, ne soğuktan boynumu kaplumbağa gibi içeri çekip omuzlarımı germişim, ne ellerim acıyor soğuktan, ne dudaklarım geriliyor. Mis gibi leziz bir hava. Üstelik bugün dünkü gibi değil, daha bir hafif, daha bir temiz ve işte o benim bildiğim, tanıdığım eskilerden gelen bir kokuya sahip. Havanın saydığım bütün bu özellikleri birleşince beni hayatımın çok daha eski bir dönemine götürüyor. Bir anda 13 yaşındayım, Almanya'nın küçük bir kasabasındayım ve kuzenlerimle bir yerlere gidiyoruz.
Buna benzer bir hissi -bu kadar canlı keskin bir geri dönüşle birlikte - en son 5-6 sene önce yaşamıştım sanırım. O kadar etkileyici bir deneyimdi ki, bu deneyime dair çok canlı bir anım var. Sanırım bu iki anımsama deneyiminin bu kadar güçlü olmasının nedeni, tek bir ipucu üzerinden belleğimden geri çağrılmış olmaması, aksine çevremdeki pek çok uyaranın bana belirli bir an ve yeri anımsatması. Havanın ısısı, kokusu, bulunduğum yer (bizim kampüsün, ağaçlı bir Alman kasabasını anımsatmasında şaşırılacak bir şey yok bence), günün belirli bir saati olması, yağmur, içinde bulunduğum halet-i ruhiye vs. İpuçları bu kadar fazla olunca anı da sıradan bir anı olmasına rağmen güçlü bir şekilde geri geliyor. Duygusal yönden güçlü ve önemli bir anı olsaydı (ya da travmatik) tek bir zayıf ipucuyla bile güçlü bir şekilde gelirdi aklıma (ya da post-travmatik stres bozuklukluğunda olduğu gibi durmadan en ufak bir ipucuyla aşırı güçlü bir şekilde gelirdi).

Neden mi? O da ikinci bölümün konusu olsun.

Evet, nerede kalmıştık? Sanırım, yüzüp yüzüp kuyruğuna gelmiş, orada da bırakmıştık. Kısa bir özet geçmek için sizlere hepimizin aşina olduğu bir öykü anlatacağım.

Çılgın bir cuma akşamı güzelliğinizin doruklarında bir şekilde dışarı çıktınız ve diyelim ki bir okul partisine gittiniz. İçeri girdiğiniz anda içeride pek çok erkek (veri) olduğunu gördünüz(duyusal işlem). Ama o da ne! içlerinden bir tanesi adeta beyaz atının üzerinde bir prens gibi güzel adidas ayakkabılarının üzerinde parlıyor (dikkat)! Hemen hayallerinizin erkeğinin durduğu yere gittiniz, çaktırmadan konuşmalarını dinlemeye başladınız. Siz onu dinlerken tanıştığı birine adını ve bölümünü söyledi "Ben Etyen, Oyun ve Eğlence bölümünde okuyorum". Bu son derece önemli bilgileri hemen aklınıza yazdınız (kısa süreli belleğe tabiki) sonra unutmamak için içinizden "Etyen, oyun eğlence, etyen, oyun eğlence" diye tekrar ettiniz (çok şaşırtıcı olacak ama evet, tekrarlama). Bu çok önemli bilgiler sayesinde okula döndüğünüzde bir şekil Etyen'i bulmayı ve sevgilisi olmayı başardınız. Artık birisi size sevgiliniz hakkında bazı bilgiler sorarsa rahatlıkla "Adı Etyen, Oyun ve Eğlence Bölümünde okuyor, ay çok tatlı diiii miiiii" diyebilirsiniz (semantik bellek). Ya da birisi size nasıl tanıştığınızı sorarsa "Okulun partisine gitmiştim, içeri bir girdim, karşımda etyen, hemen kıvrak hareketlerle yanına gittim, başkasına söylerken adını duydum, sonrası hafiyelik işte" diye anlatabilirsiniz (episodik ve tatataaamm otobiyografik bellek). Tabi ben sizin yerinizde olsam daha karizmatik bir öyküyü tercih ederim "İşte ben çimlerde oturuyordum, birden yanıma geldi uzun uzun gözlerime baktı, o anda anlamıştım, hemen öpüşmeye başladık".

Hayatımız gözlerimizin önünden bir film şeridi gibi geçtiğinde, en yakın arkadaşımıza dün akşam olanları anlattığımızda, bir koku bize birden çocukluğumuzdaki bir günü hatırlattığında, evlenme teklifi alışınızı, işe kabul edilişinizi, köpeğinizin öldüğü günü hatırladığınızda hep Otobiyografik Hafızanızı (OBB diyelim aramızda) kullanıyorsunuz. Eternal Sunshine of the Spotless Mind'da, Dark City'de uğraşılan da hep OBB (bu arada ikisi de birbirinden muhteşem. seyredin diliyorum). Siz kullanıyor musunuz böyle cümleler ama ben başıma bir şeyler geldiğinde "Dosyayı kaydetmeden kapatmak, en son kaydettiğim yerden yeniden başlamak istiyorum böhüe" gibi cümleler kurduğumda da yine OBB işin içine giriyor. Mucizevi bir alet nerden baksanız.


Madem bu kadar tatlı, şeker, süper bir alet o zaman biraz daha derinlemesine öğrenmek lazım değil mi? Buyrun burdan yakın:

Otobiyografik Bellek bir kişinin hayatında gerçekleşen olaylara dair belleğine verilen isim (Yukarıda verdiğim örnekler, burada ne demek istediğimi açıklıyor diye düşünüyorum). OBB'nin ne işe yaradığı neden ortaya çıktığı pek çok hararetli tartışmaya neden olmuştur eminim ama işte buyrun size varılan son nokta:

1. Benlik fonksiyonu (self function): OBB,kişilik gelişiminde rol oynar ve zaman içersinde tutarlı bir benlik hissinin korunmasına yardımcı olur. Diyelim ki siz kendinizi çok iyi bir insan olarak görüyorsunuz. Bu fikri oluştururken geçmişte insanlara yardım ettiğiniz olaylara dair anılarınızı kanıt olarak kullanırsınız. Bu anılar aynı şekilde bu fikrin devamını sağlamanız için de kullanılırlar (OBB sahibinin tutarlılığına pek düşkündür. Sizin kafanızdaki kim olduğunuza dair resimle örtüşmeyen anıları hasır altı eder)

2. Sosyal fonksiyon (social function): OBB, sohbetler için malzeme sağlayarak sosyal bağlanmanın oluşmasına yardımcı olur. Dostlarınızla ya da sevgilinizle yeni yeni yakınlaşmaya başladığınız zamanlarda, sabahlara kadar yaptığınız sohbetleri düşünün. Siz kendinizi anlattınız (anılarınızı yani) onlar da kendilerini anlattılar size (anıları yine evet). Birbirinizin hayatının derinliklerinde gezerken, birbirinizi daha iyi anlarken aranızda bir bağ oluştuğunu hissettiniz değil mi? İşte tam da bundan bahsediyorum.

3. Yönetici fonksiyon: OBB'nin problem çözme ve gelecekti davranışlara yön verme fonksiyonu. Önce ilkine örnek: Annenizle kavga ettiniz ve küstünüz diyelim. Bu durumu sona erdirmek istediğiniz zaman OBB hemen yardımınıza koşarak en son kavga ettiğinizde nasıl barıştığınızı size hatırlatır ve siz de annenize bir demet çiçek alarak özür dilemeye gidersiniz (biliyorsunuz ki her zaman onlar haklıdır). Bu fonksiyonu pek çok şeye uyarlayabilirsiniz. Daha önce gittiğiniz bir yere gitmek isterken yolu kaybettiniz diyelim "Hmmm o gün galiba şuradan dönmüştük" cümlesi bu fonksiyona süferli bir örnek. İkinci fonksiyona vereceğim örnek bence süper açıklayıcı olacak. Diyelim ki yeni bir sevgili yaptınız (Etyen mesela). Her şey çok güzel olsun ve hiç sorun çıkmasın istiyorsunuz. Bundan bir önceki ilişkinizde, çok kıskançlık yaptığınız, sürekli mızmız ve dırdır yaptığınız, bir baskıdan ötekine koştuğunuz için terkedilmiştiniz. Ama artık akıllandınız ve bu ilişkide bu hataların hiç birini yapmayacaksınız (yeni ve aynı bombalıkta hatalar bulacaksınız, orası ayrı). İşte sizin yeni ilişkinizde eski ilişkideki hataları yapmamaya karar vermeniz ve bu kararı uygulamanız, gelecek davranışlara rehberlik etme kısmına süferli bir örnektir.

Böyle harika görevleri yerine getirmekte hiç bir beis görmeyen OBB, bir de üzerine bir takım süpermenvari özellikleri vardır. Bir kere son derece canlı olurlar ve pek çok duyusal detay içerirler (genç yaz tatilinin ilk gününü bütün renkleriyle, denizin kokusuyla, çardaktaki yastıkların dokusuyla ve içtiğiniz kahvenin kokusu ve tadıyla birlikte hatırlamanız gibi, öhöm yani benim hatırlamam gibi). Bu anıları hatırlarken zaman zaman adeta geçmişe döneriz. İçimizde o anda hissettiğimiz hisler, olayı yeniden yaşarız. Bu anılar detaylı ve tutarlı öykülere sahiptir (ha tamam işte ben o sabah sınava girmiştim, o yüzden yorgundum, esniyordum durmadan, o yüzden de gözlerim yaşarmıştı. O da beni ağlıyorum sanmış çok endişelenmiş, sonra ben yok bir şeyim deyince de inanmadı, seni aramış...)

Yukarıdaki özelliklerde süper elbette ama bence OBB ile ilgili en ilginç şeylerden biri bazı anıları yaşadığımız zaman olduğu gibi, yani kendimizi olayların içinde, kendi gözlerimizden olayı yaşayarak hatırlıyor oluşumuz, bazı anıları ise sanki olayın dışındaymışız da olayı kameraya çekiyormuşuz gibi, kendimizi de dışarıdan görerek hatırlamamız.

Size OBB hakkında söz verdiğim mini girişi yazmış olmaktan duyduğum sonsuz mutlulukla haşlanmış tavuk ve salata yemeye gidiyorum. Bu arada eklemeden edemeyeceğim, sarı ışıklı bir masa lambası kadar konsantrasyonu ve motivasyonu artıran çok az şey biliyorum. Saygılar.

Üç gün hasta yatmama rağmen, geçtiğimiz hafta benim için oldukça aktivite dolu bir hafta oldu. Pazartesi akşamı, hastalanmadan hemen önce sirke gittik. Çocukluğumdan hatırladığım ışıklar, renkler ve iplere tırmanıp akrobasi yapan kadınlar yerli yerindeydi. Muhtemelen çocukken de gördüğüm ve unutmayı tercih ettiğim sirk hayvanları da öyle. Kocaman kaplanların şişko bir herifin elindeki incecik sopadan korkmaları ve adam onlara elinde sopayla her yaklaştığında irkilip geri çekilmeleri içimi parçaladı. Sirkler yalnızca insanlardan oluşmalı, orada çalışmayı tercih eden insanlardan, zorla ve dayakla sahneye getirilen hayvanlar olmamalı (internette sirk hayvanlarını korumak ve kurtarmakla ilgili bir sürü site var, peta'ya bakabilirsiniz.)

Sonraki üç gün boyunca pek de yerimden kalkamadan yattıktan sonra cuma akşamı Devlet Tiyatroları oyunlarından Karanlık İşler'e gittik. Başta sitcom vari dekoru (marat/sade'nin dekorundan sonra uzun süre dekor beğenemeyeceğimi sanıyorum) ve manday rolündeki oyuncunun (devlet tiyatrolarının sitesine uyuz oluyorum, yazmıyor kimin hangi rolde olduğunu) tiz sesi nedeile biraz umutsuzluğa kapılmamıza neden olsa da ilk beş dakikayı atlattıktan sonra çok eğlenmeye başladık. Özellikle kostümlere ve görece ufak bir rolü olan Dozer rolündeki oyuncuya bayıldık. İlk perdede çok dikkatimizi çekmeyen Garry karakterini oynayan oyuncu, ikinci perdenin kesinlikle yıldızı idi. Sayesinde üç dört gündür sürekli birbirimize vebeeiiimm diye sesleniyoruz. Oyunla ilgili tek hoşlanmadığım şey, oyun bittikten sonra oyuncular selam verirken oldu. Oyunda bir mafya babasını canlandıran Levent Özdilek, sahneye bütün oyunculardan sonra başrol oyuncusu ya da bilemiyorum, saygın konuk oyuncu gibi bir modla çıkarak selamını verdi. Her ne kadar kendisine hasta da olsam, bence bu oyunda böyle bir ayrıcalığı hak etmiyordu. Son selamı Tanya, mandy, Terry ve Garry hep birlikte vermelilerdi, çünkü hepsi gerçekten pek süferli idi.

Cumartesi günüyse bütün gün evde pineklemeyi düşünürken kendimizi bir anda Fenerbahçe-Erdemir basketbol maçını seyretmek üzere yollarda bulduk. Hızlı bir metrobüs seyahatinden sonra Sinan Erdem spor salonuna yarı donmuş bir halde giriş yaptık. İlk ve son basket maçı seyredişim bundan 7-8 sene önce İTÜ-Efes Pilsen karşılaşmasıydı yanlış hatırlamıyorsam ve İTÜ'nün sahasında olmuştu. Özellikle geçtiğimiz yaz manyaklar gibi izleyip böğürdüğüm dünya şampiyonasından sonra o maçların oynandığı salona maç seyretmeye gelmek içimi kıpır kıpır etti. Salona girdikten sonra fark ettim ki, her ne kadar büyük bir yer olduğunu bilsem de, ben Sinan Erdem'i kafamda hep o ilk maçı seyrettiğim salon gibi canlandırmışım ve alakası yokmuş. Herkese tavsiye ediyorum, ulaşımı çok rahat -metrobüsten Şirinevler durağında inip 10 dakika yürüyorsunuz-, biletler ucuz -5 lira verdik- ve rutinin dışına çıkıp farklı bir şeyler yapmak insana çok ama çok iyi hissettiriyor. Bir iki haftaya bir Beşiktaş maçı bulup Iverson'ı seyretmeye gideceğiz, bekleriz.

Pazar akşamı ise özellikle benim açımdan hafta için muhteşem bir kapanış oldu. Çok sevgili arkaik'im ile uzun süredir aksatmadan gerçekleştirdiğimiz iki geleneği aynı gün yapma şansı bulduk. Önce birlikte yılbaşı ağacımızı kurup süsledik, sonra da Harry Potter ve Ölüm Yadigarları'nı seyretmeye gittik. Kitabın havasına uygun bir şekilde son derece karanlık olan filmi - bu arada düşündüm de, her film bir öncekinden bir ton daha karanlık- oldukça başarılı buldum, özellikle kamera kullanımı Harry, Ron ve Hermoine'nin ruh hallerine çok uygundu bence. Elbette bir uyarlama olarak kitapta olan bazı bölümler yer almıyordu. Bununla bir sorunum yok, ama kitapta olmayan bazı şeyler eklenmişti ki, bundan pek hoşlanmadım. Özellikle Harry'nın Godrics Hollow'a ilk girişinin gösterildiği sahnede, çok özlü iksir ya da pelerin kullanmayı reddederek, bir de üstüne buraya kendim olarak gireceğim heytere höy tadında kahraman ağzı yapmasından zerre hazzetmedim zira kitapta Harry mantıklı her insan evladının yapacağı gibi çok özlü iksirle başka birine dönüşerek pelerininin altında cisimleniyordu Godric's Hollow'da. Ölüm Yadigarları'nın birinci kısmı, kitabın yarısından fazlasını anlatıyor, bunu yaparken bazı kısımları dışarıda bırakıyor olsa da. İkinci bölümde anlatılacak çok fazla şey kalmadı, bu nedenle çok daha azını kırparak seriyi bitireceklerini umuyorum.

Arkakik'le ben serinin son dört kitabını kitabın çıktığı gün alıp o gece birlikte sabaha kadar okumak suretiyle bitirdik. Sabah 7-8 gibi kitap hakkında yorumlarımızı yapıp, bir sonraki kitabın beklentisiyle uyumaya çekildik. Yedinci kitabı bitirdiğimizde hissettiklerimizin bir kısmını da uzun zamandır heyecanla beklemeye alıştığımız bir şeyin sonuna gelmiş olmamız oluşturuyordu. O zaman kendimizi, neyse daha filmler var en azından diye avuttuk. Şimdi filmler de sona ermek üzere. Pazar günü Arkaik'e sorduğum soruyu sana da soruyorum ey okur: Şimdi neyi böyle heyecanla bekleyeceğiz?

Bakın biz onları beklerken, onlar ne kadar büyümüşler:


Bugün pek sevgili mafizim, neden yeni post yok diye sormuş, sanki nedenini bilmezmiş gibi. Son üç gündür yorgan döşek yatan rot kulunuz kafasını yeni yeni dik tutabilmeye başladı, bu nedenle de sizleri burada bir süredir postsuz bıraktı. Geçtiğimiz günlerde son derece sağlıklı beslenmeme, vitaminlerimi eksik etmememe ve sporumsu faaliyetler göstermeme rağmen nasıl bu kadar hastalandım anlayabilmiş değilim. Önce boğaz ağrısı ve halsizlik, ardından ateşle bedenimi ele geçiren gıcık mikroplardan biraz olsun kurtulup, mafizimim yorumunu görünce mini bir post yazmaya karar verdim.

32 yaşında daha önce defalarca ateşlenmiş, ateşlenmiş insanlara bakmış biri olarak, dün ateşim çıkarken yaptıklarım (kaloriferin derecesini artırmak, kat kat giyinmek ve gidip yorgana sarınmak) ateşin beynimizi nasıl etkilediğini merak etmeme neden oldu. İnternette yaptığım araştırmalar genelde aşırı yüksek ateş ve beyin hasarı üzerinde duruyordu. Sonunda bir kaç ufak bilgi kırıntısına ulaşabildim: Ateşlenmek kişide halsizliğe, depresyona, uyku haline, iştahsızlığa, acıya hassasiyetin artmasına ve konsantrasyon bozukluğuna yol açıyormuş. Eh bu kadarını size ben de kendime dönerek söyleyebilirdim. Ateşi düşürmek için de soğuk ıslak bezle kompres, ılık duş, sirkeli suyla kompres gibi yöntemler öneriliyor. Yazıların çoğu, ateş vücudumuzun mikropları fırınlama yöntemi olduğu için o kadar da kötü bir şey değildir denerek bitiriliyor.

p.s. bu postu aslında geçen hafta perşembe yazdım, ama sonra bir şeyler eklemek için göndermedim. şimdi bakınca canım ekleme yapmak istemedi, böylece gönderiyorum.

Yukarıda Dali'nin 1931 tarihli "The persistence of memory" isimli tablosunu görüyorsunuz. Türkçe meali, belleğin direnişi ya da belleğin inadı olarak çevrilebilir sanırım. Dali inanılmaz bir içgörüyle belleği olduğu geçiciliğe ve devingenliğe uygun bir şekilde resmetmiş bana kalırsa.

Bellek gizemli yapısı ve hayatlarımıza olan inanılmaz etkisi nedeniyle sanatçılar tarafından sık sık ilham kaynağı olarak kullanılmış. Çok uzağa gitmeye gerek yok. Son yıllarda çıkan bellek üzerinden işleyen filmler ortada. Bu filmlerin kimi bilim kurgu (Dark City), kimi aksiyon (Memento), kimi ise aşk filmi (Eternal Sunshine of the Spotless Mind). Yedi ölümcül günahta bahsettiğim Inception bile rüyalarla ilgili görünmesine rağmen, bellek üzerinden kurgulanmış. Örnekler çoğaltılabilir elbette.

Hergün hepimiz farklı şekillerde belleğimizden bahsediyoruz (ay benim hafızam çok kötüdür, ben yüzleri hiç hatırlayamam, yüzleri unutmam ama isimleri hiç aklımda tutamam, olur mu nasıl hatırlamazsın, hayır söylemedin ben hatırlamıyorum, gene mi unuttun, nasıl unutursun, nasıl hatırlamazsın...)Sinemada, tiyatroda, günlük hayatın her yerinde hayatlarımıza devam edebilmek için belleğimize güveniyoruz ama onun hakkında neredeyse hiç bir şey bilmiyoruz - ben biliyorum tabi de, şimdi lafın gelişi.

Bellek elbette uçsuz bucaksız bir konu. Ben de bu süferli şahane konunun bana göre en heyecan verici kısmı olan otobiyografik hafıza alanında çalışan bir avuç insandan biriyim. Aşağıdaki fotoğraf haziran ayında Danimarka'da gittiğim otobiyografik hafıza üzerine bir konferansta çekildi. Hadi gelemeyenler falan da olsun oradaki insanları üçle çarpın, öyle bir topluluk işte. Minik.


otobiyografik hafızadan bahsetmeden önce, kabaca hafızanın nasıl işlediğinden bahsetmek istiyorum.

Atkinson ve Shiffrin'e ait modele göre bilgi ya da veri dış dünyadan uzun süreli belleğimize yukarıdaki aşamalardan geçerek giriyor. Örneğin derstesiniz, etrafınızda bir sürü uyaran var, hoca konuşuyor, yanınızdaki arkadaşınız defterine bir şeyler karalıyor, dışarıdan birileri geçiyor, birisi kalemini sırasının üzerine vuruyor vb. Bu verilerden hepsini aynı anda beyninize almıyorsunuz. Dikkatinizi hangisine verirseniz o kısa süreli belleğinize gidiyor. Eğer dışarıda sınıfın önünde hoşlandığınız çocuğu görür ve dikkatinizi tamamen ona verirseniz, hocanın söylediği şeyleri beyninize kaydedemezsiniz. Eğer dikkatinizi hocaya verirseniz, söylediği şeyler kısa süreli belleğinize geçer. Bir veri kısa süreli belleğe geçtikten sonra tekrar edilmezse saniyeler içinde unutulabilir. Ders örneğinden gidersek, eğer hocanın söylediği şeyleri not almazsanız, dersten çıktığınızda aklınızda pek bir şey kalmayacaktır. Ya da yazacak bir yer bulamadığınız bir telefon numarasını yeterince tekrar etmezseniz, siz yazana ya da arayana kadar aklınızdan çıkacaktır. Dikkat sayesinde kısa süreli belleğe giren bilgi, tekrarlama sayesinde uzun süreli belleğe geçer. Buradaki ömrü bir kaç dakika ya da ölene kadar olabilir.

Ben duyusal işlem (sensory register), dikkat (attention) ve kısa süreli bellek (short-term memory) hakkında derin bilgi sahibi değilim. O yüzden uzun süreli bellekten devam edeceğim. Kendisi aşağıda gördüğünüz bir sürü bölüme ayrılıyor.


Önce örtük (implicit) bellekten söz edelim. Örtük bellek, hatırladığınızın ve farkında olmadığınız şeyleri hatırladığınız bellek. Bisiklete yıllar sonrada binseniz bir kere öğrendiyseniz çat diye hatırlarsınız, ya da yazı yazmayı, harflerin klavyedeki yerini, hatta bazı telefon numaralarını otomatik çevirirsiniz (prosedürel bellek)ya da bir arkadaşınızı kalabalığın içinde gördüğünüzde mutlu hissedersiniz(duygusal koşullanma)vb. örtük bellek için örnek olarak verilebilir.

Açık belleğe gelince burada hatırlamak için bilinçli bir çaba gösterdiğiniz ve hatırlama sürecinin farkında olduğunuz anılar yer alır. Semantik bellek kısmında dünyaya dair gerçekler, bilgiler, isimler, formüller vb. yer alır. Episodik kısmında ise olaylara dair anılar yer alır. Örneğin bu blogun adresini hatırlamanız semantik belleğin işidir, bu blogdan ilk defa ne zaman haberiniz olduğunu, kimden duyduğunuzu, okurken neler hissetiğinizi hatırlamanız episodik bellekle ilgilidir. Daha kitaptan bir örnekle, cumhuriyetin kurulduğu tarihi hatırlamanız semantik bellek ile, cumhuriyetin kurulduğu tarihi öğrendiğiniz günü ya da sınavda bunun size sorulduğu günü hatırlamanız episodik bellek ile ilgilidir. İşte otobiyografik hafıza yani benim çalıştığım konuda tam da bu episodik belleğin göbeğinde yer almaktadır. Ama artık onun hakkında da başka bir postta yazarım. hohoho.