Üç gün hasta yatmama rağmen, geçtiğimiz hafta benim için oldukça aktivite dolu bir hafta oldu. Pazartesi akşamı, hastalanmadan hemen önce sirke gittik. Çocukluğumdan hatırladığım ışıklar, renkler ve iplere tırmanıp akrobasi yapan kadınlar yerli yerindeydi. Muhtemelen çocukken de gördüğüm ve unutmayı tercih ettiğim sirk hayvanları da öyle. Kocaman kaplanların şişko bir herifin elindeki incecik sopadan korkmaları ve adam onlara elinde sopayla her yaklaştığında irkilip geri çekilmeleri içimi parçaladı. Sirkler yalnızca insanlardan oluşmalı, orada çalışmayı tercih eden insanlardan, zorla ve dayakla sahneye getirilen hayvanlar olmamalı (internette sirk hayvanlarını korumak ve kurtarmakla ilgili bir sürü site var, peta'ya bakabilirsiniz.)
Sonraki üç gün boyunca pek de yerimden kalkamadan yattıktan sonra cuma akşamı Devlet Tiyatroları oyunlarından Karanlık İşler'e gittik. Başta sitcom vari dekoru (marat/sade'nin dekorundan sonra uzun süre dekor beğenemeyeceğimi sanıyorum) ve manday rolündeki oyuncunun (devlet tiyatrolarının sitesine uyuz oluyorum, yazmıyor kimin hangi rolde olduğunu) tiz sesi nedeile biraz umutsuzluğa kapılmamıza neden olsa da ilk beş dakikayı atlattıktan sonra çok eğlenmeye başladık. Özellikle kostümlere ve görece ufak bir rolü olan Dozer rolündeki oyuncuya bayıldık. İlk perdede çok dikkatimizi çekmeyen Garry karakterini oynayan oyuncu, ikinci perdenin kesinlikle yıldızı idi. Sayesinde üç dört gündür sürekli birbirimize vebeeiiimm diye sesleniyoruz. Oyunla ilgili tek hoşlanmadığım şey, oyun bittikten sonra oyuncular selam verirken oldu. Oyunda bir mafya babasını canlandıran Levent Özdilek, sahneye bütün oyunculardan sonra başrol oyuncusu ya da bilemiyorum, saygın konuk oyuncu gibi bir modla çıkarak selamını verdi. Her ne kadar kendisine hasta da olsam, bence bu oyunda böyle bir ayrıcalığı hak etmiyordu. Son selamı Tanya, mandy, Terry ve Garry hep birlikte vermelilerdi, çünkü hepsi gerçekten pek süferli idi.
Cumartesi günüyse bütün gün evde pineklemeyi düşünürken kendimizi bir anda Fenerbahçe-Erdemir basketbol maçını seyretmek üzere yollarda bulduk. Hızlı bir metrobüs seyahatinden sonra Sinan Erdem spor salonuna yarı donmuş bir halde giriş yaptık. İlk ve son basket maçı seyredişim bundan 7-8 sene önce İTÜ-Efes Pilsen karşılaşmasıydı yanlış hatırlamıyorsam ve İTÜ'nün sahasında olmuştu. Özellikle geçtiğimiz yaz manyaklar gibi izleyip böğürdüğüm dünya şampiyonasından sonra o maçların oynandığı salona maç seyretmeye gelmek içimi kıpır kıpır etti. Salona girdikten sonra fark ettim ki, her ne kadar büyük bir yer olduğunu bilsem de, ben Sinan Erdem'i kafamda hep o ilk maçı seyrettiğim salon gibi canlandırmışım ve alakası yokmuş. Herkese tavsiye ediyorum, ulaşımı çok rahat -metrobüsten Şirinevler durağında inip 10 dakika yürüyorsunuz-, biletler ucuz -5 lira verdik- ve rutinin dışına çıkıp farklı bir şeyler yapmak insana çok ama çok iyi hissettiriyor. Bir iki haftaya bir Beşiktaş maçı bulup Iverson'ı seyretmeye gideceğiz, bekleriz.
Pazar akşamı ise özellikle benim açımdan hafta için muhteşem bir kapanış oldu. Çok sevgili arkaik'im ile uzun süredir aksatmadan gerçekleştirdiğimiz iki geleneği aynı gün yapma şansı bulduk. Önce birlikte yılbaşı ağacımızı kurup süsledik, sonra da Harry Potter ve Ölüm Yadigarları'nı seyretmeye gittik. Kitabın havasına uygun bir şekilde son derece karanlık olan filmi - bu arada düşündüm de, her film bir öncekinden bir ton daha karanlık- oldukça başarılı buldum, özellikle kamera kullanımı Harry, Ron ve Hermoine'nin ruh hallerine çok uygundu bence. Elbette bir uyarlama olarak kitapta olan bazı bölümler yer almıyordu. Bununla bir sorunum yok, ama kitapta olmayan bazı şeyler eklenmişti ki, bundan pek hoşlanmadım. Özellikle Harry'nın Godrics Hollow'a ilk girişinin gösterildiği sahnede, çok özlü iksir ya da pelerin kullanmayı reddederek, bir de üstüne buraya kendim olarak gireceğim heytere höy tadında kahraman ağzı yapmasından zerre hazzetmedim zira kitapta Harry mantıklı her insan evladının yapacağı gibi çok özlü iksirle başka birine dönüşerek pelerininin altında cisimleniyordu Godric's Hollow'da. Ölüm Yadigarları'nın birinci kısmı, kitabın yarısından fazlasını anlatıyor, bunu yaparken bazı kısımları dışarıda bırakıyor olsa da. İkinci bölümde anlatılacak çok fazla şey kalmadı, bu nedenle çok daha azını kırparak seriyi bitireceklerini umuyorum.
Arkakik'le ben serinin son dört kitabını kitabın çıktığı gün alıp o gece birlikte sabaha kadar okumak suretiyle bitirdik. Sabah 7-8 gibi kitap hakkında yorumlarımızı yapıp, bir sonraki kitabın beklentisiyle uyumaya çekildik. Yedinci kitabı bitirdiğimizde hissettiklerimizin bir kısmını da uzun zamandır heyecanla beklemeye alıştığımız bir şeyin sonuna gelmiş olmamız oluşturuyordu. O zaman kendimizi, neyse daha filmler var en azından diye avuttuk. Şimdi filmler de sona ermek üzere. Pazar günü Arkaik'e sorduğum soruyu sana da soruyorum ey okur: Şimdi neyi böyle heyecanla bekleyeceğiz?
Bakın biz onları beklerken, onlar ne kadar büyümüşler:
Comments (0)