Daha önce Tim Gunn'ın kadınlar için hazırladığı 10 parçalık olmazsa olmaz kıyafetler listesinden söz etmiştim. O listenin kendi versiyonumu hazırladığım gün hazırladığım ve nedense sizlerle paylaşmayı geciktirdiğim erkek versiyonun da sıra. Ama öncelikle uyarayım benim 10 parçalık listem böyle görünen erkeklerden çok:
Böyle görünen erkekler için (orlando'cuğum, selam ederim):
Tim Gunn benim gibi özverili davranıp erkekler için bir liste hazırlamamış, o nedenle elinizde yalnızca benim bu konudaki derin içgörü ve üstün zevkim var. Buyrun buradan yakın:
1. Siyah Gömlek: Kısa kollusu, uzun kollusu farketmez, azıcık dar kesimli olsun yeter. Sizin için siyah gömlek, bizim için siyah elbise neyse o arkadaşlar. Takımın içine giyin karizmatik olsun, kotun üstüne giyin karizmatik olun, şortun üstüne giyin karizmatik olun, olun da olun yani. Karizmatiklik baki, tek ayar yapılması gereken konu şıklık derecesi, onu da yan aksesuarlar sizin için halledecek.
2. Depresyon hırkası: Şimdi biz kızlar -en azından çoğumuz- Kurt Cobain'in üstünde gördüğümüzden beri bu hırkalara hasta oluyoruz. Biz kendi depresyon hırkalarımızı depresyonumuzun için kaybolmak için giyiyoruz belki, ama lütfen siz depresyon hırkanızı bizim için giyin. Aşağıda bir depresyon hırkasının ulaşabileceği son noktayı sizlerle paylaşıyorum:

3. Karizmatik kot pantolon: Şimdi nasıl oluyor derseniz, en karizmatik kot pantolon beden şeklinize en uygun pantolon derim size. Darı bolu fark etmez. Nasıl olmaması gerektiği hakkında çok önemli bir takım uyarılarım var. Bir kere kesinlikle üzerinde zımba, ataç, raptiye tadında abukluklar olmamalı. Paçaları yerlerde sürünmekten yırtık pırtık olmamalı. Son olarak da kesinlikle ama kesinlikle, garip garip yerleri çeşitli kimyasallara açılıp tuhaf parlak bir renge büründürülmüş olmamalı. Lütfen, çok rica ediyorum. Lütfen.
4. Renkli fermuarlı: Karizmatik pantolonunuzu giydiniz, siyah gömleği çektiniz ve depresyon hırkası modunda değilsiniz. İmdadınıza sıkıcı olma ihtimali olan her kıyafeti renklendirecek, renkli fermuarlılar yetişiyor. Adidas'ın Jack'n Jones'un, ne bileyim ben, aklınıza gelecek her mağazanın bu süferli ürünler için ayrılmış bir kısmı var. Burada önemli nokta yakışan renkler seçmek, ergen lise öğrencileri gibi kocaman bol şeyler değil de, daha bir üstünüze omuzlarınıza oturan kesimler tercih etmek ve önemlisi öyle dümdüz tek renkli şeyler yerine bir esprisi olan fermuarlılara yönelmek. Bir deneyin, farkı göreceksiniz.
5. Janjanlı spor ayakkabı: Bütün bu yukarıda saydığım kıyafetlerin altına sivri burunlu (ay daha kötüsü, sivri burunlu başlayıp, yarıda kesilerek küte dönüşen burunlu) deri ayakkabı giyecek haliniz yok herhalde. Markalar çeşitli, modeller çeşitli, tarzlar çeşitli.Hangisini seçeceğiniz size kalmış. Ancak burada da asla yapılmaması gereken şeyler var. Öncelikle burada spor ayakkabı kavramından söz ediyoruz tamam ama asla spor yapmak için tasarlanmış ayakkabılardan söz etmiyoruz. Daha rahat olabilirler, daha sağlıklı olabilirler, kabul ediyorum. Ama kesinlikle pantolonun altına uygun değiller. Siz onları koşarken, coşarken giyin, bize istediğimiz düzgün şehir için karizmatik kullanım için tasarlanmış ayakkabıları verin. Biz sizin için topuklu giyiyoruz hem, karşılaştırma bile kabul etmez.
6. Eğlenceli çorap: Evet, belki bunu beklemiyordunuz ama çoraplar çok mühim. Bu kıyafetlerin altına, lastikleri bozulmuş, parmağı delinmiş, rengi kırarmış baba çorabı olmaz. Piyasada erkekler için tasarlanmış inanılmaz güzellikte çoraplar var. O yüzden bahane istemiyorum.
7. Takım elbise: Evet biliyorum, bunu size Tim Gunn da söylerdi, benim söylememe çok ihtiyacınız yok. Ama bu takım elbisenin önemli olduğu gerçeğini değiştirmez. Takım elbise seçerken lütfen, kolay kırışmayacak ve leke göstermeyecek bir kumaş seçin. Siz de ben de biliyoruz ki, bakımına ve temizliğine pek ilgi göstermeyecek, eve gelince çıkarıp oraya buraya atacaksınız. Bu pratik meseleyi halletiysek, takım elbise konusundaki diğer önemli hususlardan söz edelim. Öncelikle, bedeninize uygun olsun, büyük ya da küçük bedenler takım elbisede çok belli ediyor kendini, olmuyor hiç. Sonralıkla, aynı renk kemer ve ayakkabıyla tamamlanmalı, ve kravatı da dam üstündeki saksağanın beline kazmayı vurmamalı. Yani demem o ki, bordo ayakkabı, siyah kemer olmaz, üzerinde civcivler olan kravatlar her ortama uymaz.
8. Kaşkol: Burada renk, desen, cıvıklık seçimi tamamen size kalmış. Sıcak tutan yararlı aksesuarlar olmalarının yanı sıra, göze oldukça hoş da görünüyorlar. Tavsiye ediyorum.
9. Kadife ceket: Yine renk size kalmış ama ben yeşil, siyah, gri, koyu kahverengi, lacivert gibi renkleri öneririm. Burada yine bele oturan bir kesim seçmeniz yararınıza olacak. Boynunuza da uyumlu bir atkı taktınız mı, Tuna Kireöitçi bile tutamaz sizi. Şaka şaka, valla yakışıklı olursunuz.
10. Dizleri çıkmamış eşofman altı: Bu madde sokak modasına hitap etmiyor biliyorum. Ama şu anda bir kadınla birlikte yaşayan, ya da gelecekte yaşamayı düşünen bütün erkekler, sizlere sesleniyorum. Ev kıyafeti rahatlığına aldanıp, dizleri üçgen duran, rengi solmuş, poposu delinmiş, paçaları büzüşmüş ve kısalıp genleşmiş eşofman altları giymeyin. İşportada tanesi 5 lira. Baktınız, sünüyor, şekilsizleşiyor, hemen yenisi ile değiştirin. Siz nasıl bizi güzel ve hoş görmek istiyorsanız, biz de sizi yakışıklı ve bakımlı görmek istiyoruz.


Erkeklere nacizane önerilerde bulunduğum, kadınlara ise bir takım über yakışıklı erkek fotoğrafları sunduğum postumun sonuna gelirken bir kaç muhteşem erkek daha göstermek istiyorum sizlere. Buyrun efendim, iyi cumalar.





Merhaba pek sevgili blog okurlarım, yeni bir kızımız ne iş yapıyor bölümüyle daha karşınızdayım. Aslında bugün anlatacağım konu benim doğrudan üzerinde çalıştığım bir konu değil, ama yine de bellek ile ilgili ve pek de eğlenceli. Bir de üstüne sizin katılımınızı gerektiriyor.
Konunun geri kalanına geçmeden önce size bir sorum var: Hatırladığınız ilk anınız nedir? Şöyle bir düşünün ve gidebildiğiniz kadar geriye gidin. Zorlayın biraz kendinizi. Buldunuz mu? Tamam, şimdi bu olay kaç yaşınız da oldu, bir de onu bulmaya çalışın. Oldu mu? Harika.

Benim hatırladığım ilk anım şahane bir insan olan abime dair. Eski evimizin balkonundayız, ben yerde oturuyorum ve aşağıya bakıyorum, aşağıda abim bir sürü çocuğun arasında kafasını kaldırmış bana bakıyor, üstüne kukuletalı bir palto var. Kendi bacaklarımı görüyorum, boğum boğum bebek bacakları, kafamı arkaya çeviriyorum ve sırtımı dayadığım annemin bacaklarını ve dizlerindeki eteğinin uçlarını görüyorum. Bu kadar. Diğer bir anımda ise adadaki evdeyiz, babam yanımda uyuyor, odada turuncu bir ışık var, fitilli kadife bir pike var yumuşak. Babamı orada uyur halde bırakıp, yataktan sürüne yuvarlana aşağı iniyorum. Bu anım da bu kadar. Bu iki olayın da tahmini gerçekleşme yaşı iki. Yaşın neden önemli olduğuna az sonra değineceğim (Bu arada isterseniz ilk anılarınızı yorumlar kısmında paylaşabilirsiniz, pek zevkli olur okuması)

Yukarıda gördüğünüz tablo, yaşam boyu otobiyografik anıların nasıl dağıldını gösteriyor. Türkçe anlatmak gerekirse, ilk baştaki boşluk, çocukluk amnezisi olarak geçen, insanların genelde 4 yaşından geriye gidemediklerini ve bu dönemden anı hatırlayamadıklarını -ki bugün ilgi göstereceğimiz bölge orası-, sonrasında gelen bömçük, anı tümseği, insanların kabaca 10-30 yaş arası dönemden daha çok anı hatırladıklarını -ki nedenleri uzun ve ayrı bir yazının konusu-, sonda yer alan artış, yani yakınlık ise, yakın zamanda yaşadıkları olayları daha iyi hatırladıklarını gösteriyor -ki bunun pek bir açıklamaya ihtiyaç duyduğunu sanmıyorum-.
Çocukluk Amenizisi insanların hayatlarının ilk 4 yılından -ortalama bir sayı bu elbette- çok az miktarda anı hatırlayabilmelerine deniyor. Bu konuda çalışanların kullandığı iki temel yöntem var. İlki, benim de az önce size yaptığım gibi insanlara doğrudan ilk anılarını sormak. Diğer yöntem ise insanlara bir anahtar kelime verip, bu kelimenin hatırlattığı anılara ve olayın gerçekleştiği yaşa bakmak. Bu alanda yapılan çalışmalar olayın türünün ve katılımcının içinde yaşadığı kültürün ve cinsiyetin en erken anı yaşında bir etkisi olduğunu gösteriyorlar. Örneğin, aileden birinin ölümü, hastaneye yatmak, kardeş doğumu gibi olaylar daha erken yaşlarda olsalar bile hatırlanabiliyorlar. Asyalılar, Amerikalılara göre daha geç yaşlardan anılar hatırlarken, kadınlar erkeklere göre daha erken yaşlardan anı çağırabiliyorlar -burada da ödün vermiyoruz yani kızlar-

Peki hanımlar beyler, soruyorum sizlere, neden hepimizde hayatımızın ilk 3-4 senesi kayıp? Bununla ilgili çok çeşitli açıklamalar var. Ben sizinle sadece 4 tanesini paylaşacağım.

Bu açıklamalardan ilki psikoloji denilince herkesin aklına gelen ilk isim olan Sigmund Freud'dan geliyor. Freud'a göre bu yaşlarda gerçekleşen psikoseksüel gelişim süresince çocuklar pek çok travmatik olaylar yaşıyorlar ve bunları bastırmaya çalışıyorlar. Bu arada kurunun yanında yaş da yanıyor ve ne var ne yoksa bastırıp unutuyorlar. Freud'un teorilerine çok aşina biri değilim ama sanırım burada söylemek istediğini şöyle bir örnekle açıklayabilirim: Babasına son derece kıl olan erkek çocuk, parkta babasının annesine sarılmasından ve annesini kum havuzunda yalnız bırakmasından son derece travmatize olur ve bu nedenle ne bulursa hafızasının derinliklerine iter.

İkinci açıklama ise nörolojik gelişim ile ilgili. Bu açıklamaya göre hafızamızın var olmasını ve işlemesini sağlayan en önemli iki beyin bölgesi, hippokampüs ve prefrontal korteks, üç yaşımıza kadar tam olarak gelişmedikleri için, uzun süreli bellek ve otobiyografik bellek de oluşamıyorlar. Başka bir deyişle çocuk halimizden uzun süreli beklemekle, birinden şipşak fotoğraf makinesiyle uzun metrajlı film çekmesini beklemek arasında pek bir fark yok.

Burada bahsedeceğim son yaklaşım ise, çocukluk amnezisini dil gelişimiyle açıklıyor. bu açıklamaya göre, bu yaşlarda henüz tam olarak gelişmemiş olan dil becerileriyle çocuklar yaşadıkları olayları, kafaları dil bazlı çalışan yetişkin hallerinin anlayabileceği şekilde kodlayamıyorlar. Yani diyorlarki, Çocukken parkta kum havuzunda oynayışımızı, agu-agu-fuş-fuş-rın-rın-gugili şeklinde kodlayıp, sonra yetişkin halinizle bu anılara ulaşmayı ya da anlam vermeyi bekleyemezsiniz.

Çocukluk amnezisini açıklamaya çalışan başka yaklaşımlar arasında, bilişsel gelişim ve sosyo-kültürel yaklaşımları da sayılmalı. Ama buraya yazarak durumu karıştırmak istemiyorum daha fazla. Merak ederseniz sorun bana, ayrıntılı yazarım başka bir postta.

Bir kaç gündür kafamda masa lambaları üzerine bir post yazmak vardı. Masa lambalarını düşünürken aklım kaçınılmaz bir şekilde çocukluğumuzun akşam üstlerini tek başına bir diktatör misali yönetmiş, güzel türkçemize logoyu kullanma isteğinden olsa gerek, yalan rüzgarı olarak çevrilmiş diziye kaydı.
Amerika'da 1973'de gösterime giren dizi halen devam ediyor. Türkiye'de ise şaaşalı günleri daha çok benim kuşağımın çocukluğunda kaldı. En son bir bölümünü seyredeli herhalde 15 yıl oluyordur. Buna rağmen bazı olaylar ve görüntüler zihnimde son derece canlı. Kafamda kalan yalan rüzgarı olaylarına bir göz atalım:

1. Ashley ve Viktor arasında bir ilişki vardı. Viktor Niki ile evliydi. Viktorya isminde mini sapsarı bir kızları vardı (sonra bir bölümde büyüyüp tabak suratlı kazulet bir kızıla dönüştü). Ashley Viktor'dan hamile kalıp bi şekilde bebeğini kaybetmişti. Bu aşk üçgeninde nedense kadınlarda bir Ashley tarafı tutma eğilimi vardı, yuva yıkan kadın olduğu halde. Onun o munis bakışları, yumuşak tavırları ve bence bir de üstüne kahverengi saçları, erkeğimi kaptıran diyen çirkefcene ve de sarışın Nikki'den daha özdeşleşilebilir geliyordu sanırım.
2. Bu Ashley'nin bir de Traci diye yazık bir kız kardeşi vardı, sarışın, böyle şişman, ezik, ne güzel ne çirkin bir insan evladı. Onun da çok yakışıklı (ona göre tabi) ve kaslı bir kocası vardı, yanlış hatırlamıyorsam Brad, bu Brad kişisi güzel ve fettan Lauren tarafından taciz ve de baştan çıkarma hamlelerine maruz bırakılıyordu. Bu üçgen de ise bütün kadınlar Traci'nin tarafını tutuyordu. Lauren'da Paul isimli sarışın kanca burunlu bir dedektifle birlikteydi yanılmıyorsam.
3. Victor'un Jack Abbot isimli ezeli bir düşmanı vardı. Jack'i başta çok çirkin bir adam oynuyordu, sonra daha sempatik ve yakışıklı bir adam geldi, o kadar nefret etmemeye başladık kendisinden. Bu Jack bir ara Nikki ile evlenmişti hatta, sürekli antin kuntin işler peşindeydi. Babasının karısıyla birlikte olmuştu (ki kendisi Jill Foster, ona da az sonra gelicem)
4. Jack, Ashley ve Traci'nin babaları olan John Abbot, Jabbot kozmetik şirketinin başındaki isimdi. Memi isminde bir yardımcıları vardı (sonradan bir aşk yaşandı galiba aralarında). Jill ile iki kere evlendi, iki kere aldatıldı. Tonton tatlı bir adamdı, onu da eskiden başka biri oynuyordu, ama eski ve yeni oyuncular birbirlerine o kadar benziyorlardı ki pek anlaşılmadı. Memi demişken, bir de bu Abbot ailesinin "kahvaltı istemiyorum memi, sadece kahve ve portakal suyu alacağım" diye bir tribi vardı, senelerce merak ettim, çocuğum tabi kahvaltıyı o şekilde pas geçme iznim yok. Sonra denedim bir gün, o kadar matah bir kombinasyon değilmiş, burdan sizlere sesleniyorum Abbot ailesi, efendi gibi edin kahvaltınızı!
5. Jill, ah Jill... Ne kadar muhteşem ve şahane bir kötü kadındın sen. Manikürcü iken Phillip Chancelor'ı ayartıp ondan bir çocuk yapmak suretiyle, ölüm döşeğinde evlenmiştin adamla. Yılların kırışık oyuncu Katherine'nin baş düşmanıydın sen. JohnAbbot ile evliyken, Jack Abbot'la yatmıştın sen. Entrikalar kraliçesiydin. Kalın dudaklarına parlak kırmızı rüjlar sürerek girdiğin her ortamda fırtına gibi eserdin. Sonra ne oldu? Gittiler seni sünepe tuhaf bir oyuncu ile değiştirdiler, o amazon halinden eser kalmadı. Yalan rüzgarı defteri benim için senden sonra kapandı. Şimdi soruyorum size, yukarıdaki kadın mı inandırıcı kötülükte, aşağıdaki mi yoksa?


Neyse efendim, bütün bu entrika dolu bölümler, aşk, şehvet dolu sahneler, ölen karakterler (sonra mutlaka ölmüş gibi yaptığını anladığımız karakterler), aldatanlar ve aldatılanlar arasında bu insanların işleri vardı ve çalışıyorlardı. Sarı ışıklı, kahverengi mobilyalı ve yeşil döşemeli odalarda iş toplantıları yapılıyordu. Bu odalardaki büyük ve parlak çalışma masalarının üzerinde ise hep (sonradan Viktor newman lambası olarak bilinecek olan) aynı masa lambası duruyordu:

Sonradan adının bankacı lambası olduğunu öğrendiğim bu lambalar uzun süredir alınacaklar listemde üst sırada yer alıyorlar. Ama bu lambalardan önce şu masalardan almam gerekiyor:

lambalar konusunda diğer bir takıntım ise Tiffany lambalar. Tiffany'de kahvaltıdan tamamen bağımsız bir takıntı bu, bir dönem okuduğum pek çok kitapta karşıma çıktıkları (tiffany lambasının ışığında öyleyken böyle görünüyordu...) ve o dönem neye benzediklerini anlamamın bir yolu olmadığı için kafamda giderek büyümüş ve güzelleşmiş lambalardı bunlar. Sonra bir şekilde öğrendim neye benzediklerini, kafamdaki kadar güzel olmasalarda, çok güzellerdi. Ve ben şu kırmızı koltuğuma oturup, tiffany lambamın ışığında kitap okuyacağım günleri bekliyorum. Çakma olsa da olur, Tiffany olması şart değil.


Masa lambalarına neden taktığıma gelince...(karizmatik bir üç nokta) Bugünlerde gerçekten disiplinli ve düzenli bir şekilde çalışmaya çalışıyorum. Özellikle okulda konsantrasyonumu ve motivasyonumu kaybetmeye çok müsait olduğum için bu, her gün ayrı bir mücadele anlamına geliyor. Bu savaşta elimi daha da güçlendirmek için kullandığım bazı araçlar var.
1. Dünyayla ilişkimi kesmek için kulaklıklarım
2. İşe yararlık hissi için kahve
3. Alanımı sınırlamak için masa lambası.

Masa lambasının sarı ışığının düştüğü belirli bir alan var. Etrafına göre daha parlak ve sınırlara sahip olan bu bölge benim kendimi, kendime ait bir odada hissetmemi ve böylece dışarıdan gelen dikkat bölücü uyaranlara karşı daha kayıtsız olmamı sağlıyor. Yukarıda gördüğünüz hem evde kullandığım, hem de Onurumun mirası olan okulda kullandığım masa lambasının bir örneği. Ama ben 3 sene önce ikea'da gördüğümden beri buna sahip olmak istiyorum:
Evet, sonunda 2011'e ulaştık. 2010'un son günlerindeki kaotik bazı durumlar nedeniyle sene hiç bitmeyecekmiş gibi geldi bir ara ama, işte yeni seneye girdik, 5 gününü geçirdik bile. Bloguna bir takım kişisel sebeplerle ara vermiş olan yazarınız, bir liste-sever olarak 2011'in ilk post'unu 2010'un en süferli olayları hakkında yazmayı uygun gördüm.

1. En muhteşem olay: 2010'un en muhteşem olayı yukarıda kendisini ilk defa armut püresi yerken gördüğünüz biricik ve çok muhteşem yeğenim Demir Aras paşanın doğması oldu. 11 Şubat'ta aramıza katılan ailemizin en cengaver, en yakışıklı ve en akıllı bu yeni üyesi, bu günlerde tek bir parmağını kullanarak istediği her şeyi bize anlatıyor ve tahmin edersiniz ki hepimizi parmağında oynatıyor. Bir sonraki maddeye geçmeden hepinizi, tahtaya vurmaya, kırkbir kere maşallah demeye, allah nazarlardan saklasın, allah analı babalı büyütsün gibi bir takım totemsel cümleleri hep bir ağızdan sarf etmeye davet ediyorum.
2. En büyük değişiklik: 2009'da başlayan ev arayışımız, 2010 haziran ayında son buldu ve Temmuz ayında yeni evimize taşındık. Hala kiracı mantalitesinden kurtulamadık, kabul ediyorum. Bir arıza çıktığında ev sahibini arama eğilimimiz henüz geçmedi. Ama artık bir evimiz var ve insanın tamamen kendine ait bir yeri olması garip bir şey gerçekten. Bu adımı atmamızı sağlayan ailemin her bir üyesini mıncık ediyorum.
3. En akademik olay: Haziran ayında Danimarka'da gerçekleştirilen Theoretical Perspectives on Autobiographical Memory kongresine katılma ayrıcalığına sahip oldum. Bütün konuşmaların ilgilendiğim konuda olduğu, elinizi sallasanız bir OBB (hatırlıyorsunuz değil mi?) şöhretine çarptığınız, hem kafamdaki bilgileri toparlamamı sağlayan hem de bana yeni ufuklar açan bu kongre, 2010'un en verimli günlerini geçirmemi sağladı. Sevgili Dorthe Berntsen, hastanızım. Kongreyi düzenlediğin için sana, gitmemi sağladığı için çok sevgili hocama çok teşekkür ediyorum.
4. En aferin bana olay: Elbette ki blogum! Uzun zamandır aklımda olan, ve yazmaya başladığımdan beri varlığıyla beni sürekli iyi eden blogum, iyi ki varsın. Siz de sevgili okurlarım, siz baktıkça, okudukça yazasım geliyor. Özlediğim blog kafası ise, her şeye aha derinlemesine bakmama, bilmediğim şeyleri araştırmama ve zaman zaman unuttuğum gözlem yapmanın değerini aklımda tutmama yardımcı oluyor. Yerim sizi ben. Özellikle ilk adımı atmamı sağlayan sevgili mel. seni parçalarım.
5. En kutlu toplu aktivite: 2010'un son aylarında,salı akşamlarını biricik görg.üm ve pek sevgili tuğay hanımefendi ile birlikte okuduğumuz makaleleri tartışarak, bilmediğimiz konuları öğrenerek ve bildiğimiz şeyleri birbirimize anlatarak geçirmeye başladık. Bu geceler pek çok şey öğrendiğim geceler olmalarının yanı sıra, master yaptığım zamanlarda kalan ve çok özlediğim bir ruh haline yeniden kavuşmamı sağladılar. Ay lav yu hanımlar.
6. En mutlu ve huzurlu an: 2010'da da en mutlu ve huzurlu anım son 5,5 senedir olduğu gibi sevdiceğim ve en sevdiğim biricik Mafiz'imin göğsüne başımı yasladığım, ona sarıldığım ya da işaret parmağımın ucuyla koluna dokunduğum her an yaşandı. Sevgili Mafiz, sevgi manyağı ederim seni!

İşte pek çok iyi ve kötü olayın arasında bunlar yaşandı. Kötülerden bahsedecek değilim, iyilerin hepsinden bahsedecek de yerim yok. Hayattayım, sağlıklıyım, sevdiğim insanların arasındayım, sevdiğim işi yapıyorum. Daha ne?