Aslında bugünkü yazımın konusu çalıştığım alanın (otobiyografik bellek) temellerini atan Sir Francis Galton üzerine olacaktı ama, psikoloji tarihine bulaşacaksam, olayları toz ve gaz bulutu halinden ele almanın daha uygun olacağına karar verdim. Sonra dedim ki, şimdi antik yunan felsefesine girersem, çıkışım olmayacak o nedenle işe Descartes'dan başlamaya ve yüreğimin götürdüğü yere gitmeye karar verdim. Buyrunuz efendim:
 

1596-1650 yılları arasında yaşayan Rene Descartes, sınava en zor sorudan başlamış ve döneminde yüzyıllardır filozofları meşgul eden beden-ruh ilişkisine el atmıştır. Descartes'a göre ruh ve beden birbirleri üzerinde karşılıklı olarak etkileri bulunan iki farklı varlıktır. Beden hareketli, maddesel varlığı olan bir makinedir, ruh ise maddesel varlığa sahip değildir ve doğa kanunları ona işlemez. Bu iki farklı varlık, beyinde bulunan epifiz bezi (pineal gland) sayesinde iletişim kurarlar. Ruh sadece tek bir işlevden, düşünmeden sorumludur ve geri kalan bütün işlevler (üreme, algı, hareket vb.), bedenin yetki alanında yer alır. Bu görüşüyle Descartes, düşünürleri dikkatlerini ruh-beden probleminden alıp fiziksel-psikolojik dualizm üzerine yoğunlaştırmaya davet eden bir yaklaşım sunmuştur. Sadece metafizik analizlere anlaşılmaya çalışılan ruh, nesnel gözlemlerle incelenebilen akla dönüşmüştür.

 Descartes, ruhun iki tür fikre yol açtığını savunuyordu: türemiş (derived) ve doğuştan gelen (innate). Türemiş fikirler bir dış uyaranın doğrudan uygulanmasıyla ortaya çıkar (zil çaldığında tenefüse çıkacağınızı bilmeniz gibi) ve duyumsal deneyimlerin ürünleridir. Daha büyük öneme sahip doğuştan gelen bilgiler ise dış dünyada deneyimlediğimiz olay/nesneler tarafından oluşturulmamıştır. Tanrı, geometri aksiyomları, mükemmellik gibi fikirler doğuştan gelen fikirlere örnek olarak verilebilir. Descartes bu görüşüyle nativistik algı teorisine zemin hazırlamıştır.

 Descartes hakkında (bana göre elbette) ilginç bilgiler: -1617'de gönüllü asker olmuştur ve Hollanda, Bavyera ve Macaristan ordularında görev yapmıştır. -Saçlarının griye dönüşmesini engelleyebilecek teknikleri araştırmıştır. -20 yılda 13 kasaba ve 24 farklı evde yaşamıştır. -"İyi yaşayan, iyi gizlenendir" gibi bir düstura sahiptir. Ev adresini çok yakın bir arkadaşı dışında herkesten gizlemiştir. - 1649 yılında İsveç Kraliçesi Christina'ya felsefe dersleri vermek üzere İsveç'e gitmiştir. Kraliçenin sabahları saat beşte, iyi ısıtılmayan bir kütüphanede yapılmasında ısrar ettiği derslere ancak 4 ay dayanabilmiş ve 11 Şubat 1650 yılında hayatını kaybetmiştir. -Son olarak bence aşağıdaki resme son derece benzemektedir:



Film hakkında ayrıntılı bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.


Bu yazı hazırlanırken Duane ve Sydney Ellen Schultz'un Modern Psikoloji Tarihi kitabından ve Arda Denkel'in Zihin felfesi dersinden aklımda kalanlardan yararlanılmıştır. Kapsamlı olmaktan son derece uzak bir yazı olup, fikir vermek amacıyla yazılmıştır. Saygılar. 


Bugün senin doğum günün,

nereden baksan benim için çok kutlu, çok mutlu bir gün. Bugün sayesinde ben, yanında olduğum gibi olabileceğim, yanında susabileceğim, somurtabileceğim, gülmekten çatlayabileceğim, ağlamaktan şişebileceğim, yani hayatın her tadını her rengini birlikte yaşayabileceğim çok muhteşem bir insana sahibim.

19 temmuz çok kutlu, çok çok mutlu bir gün. Çünkü bugün bana dünyanın öbür yanında da olsa birlikte kahve için dertleşebileceğim, içip güzelleşebileceğim, planlar yapıp, o planları yerine getirip sonra da bozabileceğim (bu da bir lüks sonuçta :)), her zaman özleyeceğim ama hep de yanımda hissedeceğim, varlığıyla çoğalabildiğim ve yine varlığıyla kafamdaki sesleri azaltabildiğim, dünyada pek az insanın sahip olma şansına erişebildiği harika bir dost verdi.

Bugün senin doğum günün, diğer günlerden daha mutlu bir gün, bugün sen dünyaya geldin ve dünyaya geldiğin günden beri insanların hayatlarına dokunup, onları güzelleştiriyorsun. Dünya üzerinde var olduğun sürenin çoğunda seni tanıdığım, seninle yaşadığım ve seninle güzelleştiğim için çok mutluyum.

seni çok seviyorum, iyi ki doğmuşsun, iyi dostum olmuşsun.

Uzun zamandır yazamadım, yazmak istemediğimden değil, dünyayla iletişim yollarımı kaybettiğimden. Son bir kaç haftamı bir bulutun arkasında geçirdim. Neden diye sorarsanız, hem tam belli bir nedeni yok, hem de bir sürü nedeni var.

Balık burcumun karanlık suları seven tarafı (bilimsel bir kişiyim evet) beni her zaman yoğun ve fazla insanlı geçen dönemlerden sonra bir süre inzivaya çekilmeye itmiştir. Kendimi eve kapattığım, pek kimseyle görüşmediğim, minimum iletişimle geçirdiğim bir hafta beni her zaman kendime getirmiştir. Ama bu sefer bunu yapamadım. Uzun süren yoğun bir dönemin ardından bünyede huzursuzluklar baş göstermeye başladığında 2 gün izin kullandım, ancak bu iki günü iş güç halletmek ve koşturmakla geçirmek zorunda kalınca hiç amacına hizmet etmedi, aksine daha da beter bir hale getirdi beni, çünkü daha uzun bir süre izin alamayacağım ve izole olamayacağım anlamına geliyordu bu durum.

Ben de farkında olmadan normalde hızlandırılmış kurs gibi yaşadığım izolasyon dönemimi zamana yaydım. Son üç hafta nasıl geçti pek bir fikrim yok. Toplamda 133 bölüm kore dizisi seyretmişim, az önce hesapladım. Bu da 146.3 saat yani 6 tam gün boyunca dizi seyrettiğim anlamına geliyor. Biraz b.kunu çıkarmışım sanırım bu defa. Sürekli dizi seyretmek dışında, pek uyumadım, pek konuşmadım, pek bir şey yapmadım.

Geçen hafta cuma günü görg.ümle buluşunca biraz olsun bulutun içinden çıkmaya başladım. Zaten onu göremiyor olmanın verdiği bir huzursuzluk da vardı bünyemde. Hep birlikte zaman geçirip hem de baca temizliği yapınca, dünyayla bağlantımı yavaş yavaş yeniden kurmaya başladım. Sonra bu sabah kalktım, saati hiç ertelemedim, duş aldım, lush ürünlerimle kokulandım. Servise yetiştim, kahve ve sandviç alıp odaya geldim. Bilgisayarı açtım ve günlerdir ilk defa canım haberleri okumak istedi. Günlerdir canım ilk defa kurgusal olmayan hayatlara dair bir şeyler okumak, görmek istedi. Kore dizisi seyretmeyi düşününce ilk defa için çekildi. Hatta girip internette bir şeyler araştırdım, haftalardır ilk defa çalışma müziğimi açtım. Yani anlayacağınız dünya dışına yaptığım yolculuktan sonunda döndüm. Yokluğum sırasında beni anlayışla bekleyen biricik mafizime buradan selam ederim :)

"One aspect that I have gained from running in the past 22 years that has most pleased me is that it has helped me develop respect about my own physical being." Murakami Haruki

Eğer tüm zamanların en sevdiğim beş yazarını listelemem gerekse Murakami Haruki'nin bu listede çok sağlam bir yeri olurdu. Yeni evlendiğimizde dizimi sakatlayıp evde 2,5 ay kadar yatmak zorunda kalmıştım. Aynı dönemde ilk makalem yayınlanmıştı ve tübitaktan bu sayede bir miktar para geçmişti elime. O dönemde atamam gelmediği için çok rahat harcayabildiğim bir para olmamıştı ancak yazıdan gelen yazıya gitsin diyerek ilk Murakami kitabım olan Zemberek Kuşunun Güncesi'ni almıştım. Kabalcı'nın üst katında sağ tarafta duruyordu kitap, sadece iki tane vardı ve ilk aldığımın cildi hasarlıydı. İkinci kitabın da öyle olacağından korkarak elime alışım ve sonra sağlam olduğunu görünce yaşadığım mutluluk hala pırıl pırıl duruyor aklımda. Hatta yanlış hatırlamıyorsam o gün Görg. de John Fowles'un Büyücü'sünü almıştı. Hem de bende olan ve neredeyse 20 senelik baskısını. Sonrasında eski evdeki mavi odada, kırmızı koltuğun üzerinde dünyayla ilişkimi keserek kitabı okuyuşum da hafızamda aynı derece net. Murakami'nin muhteşem bir yazar olması bir yana, kitabın kahramanının yaşadığı günlerin benimkilerle inanılmaz örtüşmesi terapi gibi gelmişti bana. İyi bir yazarla ilk kez tanışmanın tadı o çok hasta olduğunuz kişiyle ilk öpüşmenin tadına benziyor bence. Benim Murakami ile tanışmam ise benim açımdan eşi benzeri bulunmaz bir ilk öpücük tadında olmuştu.

Bu ilk tanışmanın üzerinden geçen dört senede Murakami'in 5 kitabı daha yayınlandı Türkçe olarak. Her bir kitabı elime ilk alışımda aynı heyecanı yaşadım. beni hiç bir zaman hayal kırıklığına uğratmadı. Türkçe olarak yayınlanan son kitabı Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu'nu almak için D&R'ın web sitesine girdiğimde önceden haberim olmayan bir kitabıyla karşılaştım: What I Talk About When I Talk About Running.

Murakami'nin bir yazar ve koşucu olarak kendini anlattığı bu kitabı okumaya başlamam ise biraz zaman aldı. Aldığım ilk kitap, benim yerim senin yanın değil diyerek kendi yerini buldu. Sonra kitabı ikinci kez aldım. Ama bu defa da Haşlanmış Harikalar Diyarı sen sıranı bekle diyerek okumamı geciktirdi. Ben de bu sayede bu kitabı gerçekten okumam gereken zamanda okumayı başardım - buradan kitap tanrılarına saygılarımı sunuyorum.-



Kitabı okumak, uzun zamandır kafamda dönüp duran düşüncelerin toparlanmasını ve kendim hakkında çok önemli bir şeyi fark etmemi sağladı. Murakami koşmaktan, yazmaktan, ikisine de 30 yaşlarında başladığından, hem beden zihinsel olarak kendi sınırlarına yaptığı yolculuklardan bahsettikçe kendime döndüm ve şunu fark ettim: Son 32 yıldır zihnime yatırım yapıyorum, zihnimin sınırları ve becerileri hakkında oldukça iyi bir fikre sahibim. Ancak boynumdan aşağıda olan biten hakkında neredeyse hiç bir fikrim yok! Eğer zihin beden birlikteliği, ilişkisi, bağlantısı gibi bir şey varsa bu dünyada, bende ondan zerre kadar bile yok!

Bu farkındalık beni hemen aksiyon almaya yönlendirdi elbette. 20'li yaşlarını her sarhoş olduğunda nerede olduğuna aldırmadan koşarak geçiren ve koşmanın dans etmeye en yakın fiziksel aktivite olduğunu düşünen bir insan olarak koşmak istiyordum zaten. Ama nedense bir türlü harekete geçemiyordum. Sanırım sonunda ihtiyacım olan iteklenmeyi buldum ve işte evet bugün koşmaya başlıyorum. Hem de kırkbeşbin tane işimin arasında. Biraz heyecanlıyım, oldukça da tedirginim, ama isteğim tedirginliğime ağır basıyor.

Geçen haftamı A Complete İdiot's Guide for Running'i okuyarak geçirdim. Dün öğle yemeğinde yüzdüm, kendime güvenimin yerine gelmesi için. Bugün de kitapta yer alan koşuya başlama programının ilk ayağı olan 10 dakika yürü 10 dakika koş-yürü, 10 dakika yürü reçetesini uygulayacağım.

Koşmaya başlamak için kendime iki hedef belirledim. İlki Temmuz sonunda İngiltere'ye gittiğimde orada koşmak, ikincisi ise Bengi ile koşmak - ilk kitabın yeri onun yanı olmuştu -. Belli mi olur belki seneye bu zamanlar Bozcaada yarı maratonunu koşarız!
Evet, uzun süredir yazmıyor olabilirim. Ama inanın bu arayı boş geçirmedim. Bir ton anime, dizi izledim, kitap okudum. Kitaplar ayrı bir post'un konusu, anime ve dizilere izlenme sırasıyla buyrun efenim:



Mitchiko e Hatchin, kurgusal bir Güney Amerika ülkesinde geçen son derece leziz bir anime. Muhteşem müziklerini Brezilyalı Alexandre Kassin'in yaptığı 22 bölümlük seri, evlatlık verildiği evde korkunç günler yaşayan ve bir gün birinin gelip onu bulması hayaliyle yaşayan Hana ile hapishaneden kaçarak son derece karizmatik bir şekilde Hana'nın hayatına giren Mitchiko'nun hikayesini anlatıyor. İkili ülkeyi baştan başa gezerek Hatchin'in babası ve Mitchiko'nun sevgilisi olan Hiroshi Morenos'un izini sürüyorlar. Kurgusu, öyküsü, aksiyon sahneleri ile beni hop diye içine alıveren anime, mutlu çocukluk günlerini hatırlatır gibi Cowboy Bebop'ı hatırlatıyor. Ayrıca gördüğüm en güzel kadın kahramana sahip, net. İzleyin bence leziz.



Fairy Tail, sihrin marangozluk gibi bir meslek olduğu bir dünyada geçiyor. Bu dünyada sihirbazlar loncalar oluşturuyorlar ve bu loncalar aracılığıyla görevler alıyorlar. Esas kızımsı karakterimiz Lucy (Luşi) Hearfilia alemin en kral loncası, yıkıcılığı ve güçlü sihirbazlarıyla ünlü Fairy Tail'e katılmak istiyor ve bu esnada Natsu Igneel isimli bir ateş sihirbazıyla tanışıyor. Luşi hanım kızımın loncaya katılmasının ardından dar alınlı sihirbaz azmanı Erza Scarlet ve teşhirci buz sihirbazı Gray Fullbuster ile bir ekip kuran bu ikili maceradan maceraya koşuyorlar. 48 bölüm süren ilk sezon kendini izletse de çok hasta olduğumu söyleyemeyeceğim. Özellikle Natsu karakteri ile Naruto ve İchigo arasındaki benzerlikler, e ama ben bunun aslını seyrettim hissi uyandırıyor insanda. Yine de öylesine izlenebilir.


Seikimatsu Occult Gakuin'i Fenerbahçe'nin şampiyonluk maçını oynadığı gün, pek sevgili mafizimin evi terkedip Kadıköy semalarında uçmaya gidişini fırsat bilip izledim. 13 bölümlük bir gecede izlenebilecek bir anime Occult Gakuin, çok boş vaktiniz varsa neden olmasın? Serinin ana karakteri Maya, babasının ölümün ardından müdürlüğünü yaptığı, esrarengiz ve doğaüstü olayların incelendiği Waldstein Akademisine gelir. Etrafta sürekli gizemli olaylar dönmektedir. Gökyüzünden inen çıplak bir adam sayesinde işler iyice çığrından çıkar. Evet ümit vadeden bir ilk bölüm özeti. Ancak ben prensip olarak başta karakterlerin sürekli aynı kıyafeti -hele bir de Maya'giydiği gibi çirkinse- animelere karşıyım - naruto hariç, çünkü yani sonuçta o naruto değil mi?-. Kıyafet konusunu aşsak bile bilim kurgu mu yoksa korku mu yoksa ne belli olmayan kafası karışık bir durum var seikimatsu occult gakuin'de. Yine de bir kaç inanılmaz güzel sahnenin hatırına -söyleyip sürprizini kaçırmayayım- izlenebilir diye düşünüyorum.

Elbette sadece vurdulu kırdılı shonen animeler seyretmedim. İçimdeki romantik damarı kurutmamak için Oguri Shun yeni bir jdrama çekene kadar kore dramalarına yelken açtım. Dream High ile başladığım Kore dizileri maceramın ikinci ayağı My Princess oldu. Kendi halinde bir tarih öğrencisi olan Lee Seol ve diplomat Park Hae Young'ın tesadüf eseri başlayan arkadaşlıkları -cidden arkadaş manasında- Lee Seol'un Kore Monarşisinin hayatta kalan tek varisi olduğunun ve Park Hae Young'ın büyükbabasının bütün mal varlığını ona bırakmak istemesiyle değişir. Lee Seol'un prenses olmasını engellemeye çalışan Park Hae Young ile ne olduğunu şaşıran Lee Seol arasında bir yakınlaşma başlar ve olaylar gelişir. Aslında sonu çok öngörülebilir bir hikaye evet ama bence koreliler bu romantik komedi işini çözmüşler. Çok tatlı ve eğlenceli bir diziydi. Bir saat beş dakikalık 16 bölüm nasıl bitti anlamadım. Romantiği gelen arkadaşlara tavsiye ederim.

Geçen sene bir Burcu-Batu ziyareti sonrasında -Avustralya semalarına selam ederim- izlemeye başlamıştık Arakawa Under The Brigde'i. Mafizimle birlikte seyrediyorduk ancak sonra kaldı. Geçtiğimiz haftalarda ben tek başıma da olsa geri dönmeye karar verdim kendisine. Çok süper 7 bölümden sonra 8. bölümün bozuk çıkması nedeniyle devamını şimdilik getiremedim ancak mutlaka bitireceğim. Konusuna gelince: Aile mottosu "Hayatta kimseye asla borçlu kalmayacaksın" olan İchinomiya Kou, kendini Arakawa nehrinde bir köprünün altında yaşayan Nino'ya korkunç bir şekilde borçlanmış halde bulur. Nino'nun borcun ödenmesi için istediği tek bir şey vardır, Kou'nun sevgilisi olması. Böylece Kou recruit adını alarak, köprünün altında birbirinden tuhaf tiplerle birlikte yaşamaya başlar. Burdan çok belli olmuyor olabilir ama gerçekten çok komik bir anime. Herkese tavsiye ederim.

Evet, gelelim son dizimize. Bu diziyi en son seyretmeseydim de en son yazmak isterdim sanıyorum. Uzun zamandır seyrettiğim en tatlı, en komik, en romantik dizilerden biriydi Personal Taste. Charlotte hanım kızımızla birlikte önemli sahnelerde bize şarkı söyleten, tezahürat yaptıran ve duygudan duyguya koşturan bir dizi oldu kendisi. Konusunu falan anlatmıyorum, romantiğiniz geldiyse gidin direk izleyin. O kadar diyorum ben size.
Efendim, herkese iyi haftalar. İlk seslenişimin muhatabı, ekranlardan tanıdığımız ünlü bir isim. Herhalde yıl 2000 falan olsa gerek o dönem birlikte çok vakit geçirdiğim sayko hanım ile birlikte vapurla Kadıköy'e geçerken görüp 2,5 saniye kadar gözgöze geldiğim bu kişi ile yaklaşık 3-4 saat sonra İstiklal caddesinde (insan oğlu kuş misali) ve o gecede Yılan Hikayesi isimli dizide tekrar karşılaşmıştım. Sonradan herkesin Okan Yalabık olarak tanıyacağı bu nevi şahsına münhasır zat, zamanla pek çok hatun kişinin hasta olduğu bir oyuncu haline geldi. Ama ben onu görüp beğendiğimde (dünya ahret kardeşim olsun ehe) aşağı yukarı şöyle görünüyordu:

Son günlerde muhteşem yüzyıl adlı dizide Kanuni'nin kankası Pargalı İbrahim paşa kişisini adeta bir obi-wan kenobi edasıyla oynuyor. Büzülmüş dudaklar kaş altından ciddi bakış falan, bunlar hoş şeyler.


Sevgili Okan Yalabık buradan sana sesleniyorum! Gerek Star Wars tavırlarının gerekse 10 sene önce vapurdaki 2,5 saniyenin hatırına bir şey demeyeyim diyorum ama artık dayanamayacağım. Lütfen, lütfen ama lütfen Kanuni'nin yanında çatır çatır aksansız Türkçe konuşup, Kanuni arkasını döner dönmez gayri müslim aksanı ile -hem de abartılı ve fazlaca tipik bir versiyonu ile- konuşmaya başlama. Kalbimi kırıyorsun. Belki de yönetmen istiyordur bilemiyorum elbette, kendi halinde bir araştırma görevlisiyim ben, oyunculuk-dizi, bunlar beni aşar. Eğer öyleyse adını bilmediğim yönetmenine bu arzu halimi iletirsen sevinirim. Saygılar sunuyorum.

Evet. Yani sonuçta ben de insanım, Türkiye'de yaşıyorum. Sadece mangayla animeyle, araştırmayla hafızayla geçmiyor ömrüm, annemlere yemeğe gidiyor ve Muhteşem Yüzyıl seyretmek zorunda bırakılıyorum. Bunlar önemli şeyler.

İkinci seslenişim bugüne kadar beni pek çok farklı sevinç ve heyecana gark etmiş bir yayın evine geliyor. O ki, Dunbar'ın kitabını Türkçe'ye çevirdi, o ki Türkiye'de popüler bilim yayıncılığına yeni bir tat, bir doku getirdi, o ki bana edge.org'u tanıttı. Evet, bildiniz o ki ntv yayınları. Son zamanda ağzım sulanarak okuduğum ve gözlerimde mutluluk yaşlarıyla kütüphaneme yerleştirdiğim pek çok kitaba sahip olmamı sağladığı için gönül borcum var, çok ağır konuşmak istemiyorum.

Sevgili ntv yayınları, lütfen, senden çok rica ediyorum, çevirilere biraz daha özen göster. Cümle bozuklukları falan çok sorun değil. Ama örneğin Dunbar'ın "Şu hayatta kaç arkadaş lazım?" kitabında öyle hatalar var ki, okuyucuların yanlış bilgi edinmelerine sebep oluyor, üstelik konu üzerinde önceden bilgi sahibi değillerse benim gibi, bu durumun farkına varmak gibi bir şansları asla yok. Bence seçtiğin muhteşem kitaplar daha fazla özen görmeyi hak ediyorlar. Ayrıca yüce Ntv yayınları, aklıma süper bir fikir geldi, eminim sen de seveceksin: Sen bana çıkan kitaplarından birer tane gönder, ben de onları okuyup buradan tanıtımlarını yapayım, ne dersin? Bence çok iyi bir fikir, bir düşün derim.
Guernica / Noam Chomsky: My Reaction to Osama bin Laden’s Death